17 Eylül 2017 Pazar

Bir Başbakan'ın Cinayet Günü: 17 Eylül

‘‘Türkiye’ye on sene başbakanlık yaptım. Sekiz senemi Türk tarihi yazacak, iki senemi de dalkavuklarım. Oğlum Yüksel'in devlet tarafından okutulmasını istiyorum. Kaleminden altın damlasın. Bizim gibi olmasın.’’ Adnan Menderes Bugün günlerden 17 Eylül… Bundan tam 56 yıl önce, Adnan Menderes, bir hücumbota bindirilerek Yassıada’dan, İmralı adasına götürüldü. Bir gün önce Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan da burada idam edilmişti. Menderes’in bundan haberi yoktu ancak her şeyi anlamıştı. Artık son yolculuğuna çıkıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin 9. Başbakanı Adnan Menderes, 27 Mayıs 1960 günü yapılan askeri darbe neticesinde silah zoru ile iktidardan indirilirken, suçu ‘‘Anayasa İhlali’’ olarak zabıtlara geçti. Aslında bu Menderes’e karşı yapılan ilk darbe girişimi değildi. 6 Haziran 1950 tarihinde de böylesi bir darbe kalkışmasından yara almadan çıkabilen Menderes, başta Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gürman ve bütün üst komuta kademesi olmak üzere 15 general ve 150 albayı re’sen emekliye sevk etmişti. Ancak bu sefer olmamıştı. 27 Mayıs 1960 sabaha karşı saat 4.00’te radyoda Kurmay Albay Alparslan Türkeş, TSK olarak yönetime el koyduklarını ilan etti ve askeri darbenin sebeplerini bir radyo bildirisi ile halka duyurdu. Türkiye’de sivil otorite ve halk ne yazık ki silaha karşı boyun eğmek zorunda kalmıştı. Peki, idam edilecek kadar büyük ne suç işlemiş olabilirdi ki Menderes? Öncelikle ‘‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’’ hususunda CHP ile ters düşerek, parti içi muhalefet dolayısıyla partisinden ihraç edilince Demokrat Parti’yi kurdu. ‘‘Yeter! Söz milletin’’ diyerek ülkedeki hakim devlet partisi yapısını alt üst etti. Başka ne mi yaptı? Paralara mevcut Cumhurbaşkanı’nın resmi yerine, ülkenin kurucu lideri M. Kemal Atatürk’ün resminin basılması uygulamasını başlattı. Türkçe okunan ezanın Arapça okunmasını da serbest bıraktı. 1951’de Kore’ye asker göndererek Türkiye’nin, 1952’de NATO'ya tam üye olmasını sağladı. Marshall Planı’nın da katkısıyla ülkede yeni sanayi tesisleri kurulan Menderes döneminde, Türkiye'nin gayri safi milli hâsılası yılda ortalama yüzde dokuz büyüdü. Nitekim tüm bunlar sonucunda, Demokrat Parti, 1954’te yapılan seçimlerde oyların yüzde 57,6’sını alarak büyük bir zafer kazandı ki bu, Türkiye tarihinde demokratik bir seçimde bir siyasi parti tarafından ulaşılan en yüksek orandı ve bir daha da bu orana ulaşılamadı. Dış politikada da önemli işler başarıldı. Kıbrıs konusunda 11 Şubat 1959’da imzalanan Londra ve Zürih anlaşmaları ile bağımsızlık, iki toplumun ortaklığı, toplumsal alanda otonomi ve çözümün Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından garanti edilmesi ilkelerine dayandırıldı. Yahu! Menderes iktidarında hiç mi kötü şeyler olmadı derseniz, kötü şeyler de oldu tabi ki. 1955’ten itibaren başlayan dünya genelindeki ekonomik durağanlık ve aynı dönemdeki Kıbrıs görüşmeleri sonrasındaki 6-7 Eylül Olayları, Vatan Cephesi denemeleri, Menderes iktidarını çıkmaza sokan hususlardı. Tabi ki bunların hiçbiri darbe yapmayı meşru kılmamalıydı. Ama kıldı. Göstermelik yargı süreci başlatıldı. Gölge oyunu oynandı. Anayasa ihlali başta olmak üzere sayısız ve mesnetsiz suçlamalar karşısında kalan Menderes ve yoldaşlarına (Polatkan, Bayar, Zorlu ve diğerleri), kendilerini savunma hakkı dahi tanınmadı. Öyle ki Mahkeme başkanı Salim Başol, Menderes’in, “Savunma hakkımız kısa kesiliyor” sözlerine “Sizleri buraya tıkan irade böyle istiyor’’ diyerek karşılık verdi. Yassıada’da bu şartlar altında 9 ay boyunca 20’ye yakın davada kendini savunmaya çalışan Demokrat Partililer ile ilgili karar 15 Eylül günü açıklandı. Mahkeme Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan, TBMM eski başkanı Refik Koraltan başta olmak üzere 15 sanık hakkında idam kararı verdi. Menderes idam kararının verildiği gün hastalığı dolayısıyla duruşmaya katılamamıştı. İki gün sonra 17 Eylül sabahı Menderes’in odasına biri profesör iki doktor ve ada komutanı girdi. Doktorlar Menderes’i son kez muayene etti. İdam edilmesine karar verilen Menderes’e, prostat muayenesi yapan bu aşağılık zihniyete karşı Menderes, ‘‘İstirham ediyorum, yapmayın’’ dedi. Yaşanan bu işkencenin ardından, Menderes’e, “Efendim sizi hastaneye götüreceğiz” dediler. Hastaneden kasıt idam sehpasıydı. Menderes, 17 Eylül saat 13.21’de İmralı Adası’nda idam edildi. İdam sehpasına çıkarıldıktan sonra ailesine ve milletine son sözleri ise şunlar oldu: ‘‘Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda devletim ve milletime ebedi saadetler dilerim. Bu anda karımı ve çocuklarımı şefkatle anıyorum...’’ Menderes idam edildikten bir gün sonra, evinin kapısına iki kâğıt asılmıştı. Kâğıtlardan birinde Menderes'in neden asıldığı açıklanırken, diğerinde ise cellâda ödenen para miktarı yazılıydı. O cellât ki, ipte sallanan Menderes’in ayakkabılarına bakarak ‘‘Bu ayakkabılar benim olacak!’’ diyebilen bir vicdan yoksunuydu. Aile, bunu da sineye çekerek cellâda verilen parayı devlete ödedi. Velhasıl bu ülkeden bir Menderes gelip geçti. Merak ediyorum, 1990 yılında çıkardığı yasayla, Menderes, Polatkan ve Zorlu'ya itibarlarını iade eden TBMM, cellâda verilen parayı da iade etmiş midir? Selametle… Putları taşa tutmanın Güçlüğünü geç anladım. Delileri avutmanın Hiçliğini geç anladım. . İhtiraslar dursun diye Şehri sığdırdım köye Her bedenin ayrı şeye Açlığını geç anladım. . “Safkan” dedikleri atın Ünü büyük pek çok zatın Bir yerde ilmin, sanatın Piçliğini geç anladım. . Su taşırken kalbur, file Susmak gerekirmiş dile Yazık... Geç kalmanın bile; Geçliğini geç anladım. (Abdürrahim Karakoç)

14 Eylül 2017 Perşembe

NE OLUYOR BİZE?

Geçmişten bu yana, Türkiye’de ne zaman ortalık karıştırılmaya çalışılsa, ya laiklik ya din elden gidiyor diye bir heyula ortada dolaştırılır. Bu kimi zaman Kubilay’ı şehit eden bir meczup tarafından gerçekleştirilir, kimi zaman başörtüsü ile sorunu olan bir ‘‘sapık’’ tarafından. Kimi zaman da milletin giyim tarzına müdahaleyi kendine görev edinmiş bir ‘‘sapık’’ tarafından. Yahu neler oluyor bize? Daha doğrusu neler oluyor size? Çünkü bunları yapanlarla biz, biz olamayız. Bir insana, şort giydi diye müdahale etmek size mi düştü? Bir çift yolda el ele tutuştu diye saldırmak hangi akla hizmet? Her insan, kendi yaptıklarından sorumluyken, başkasına zarar vermediği müddetçe devletin bile müdahale hakkı yokken, siz kim oluyorsunuz da ahlak bekçiliğine soyunuyorsunuz? Bunlar hangi aklın nüveleri, hangi habis amacın kuklaları gerçekten bilemiyorum. Ama şunu çok iyi biliyorum ki, giydiği kıyafet yüzünden bir kadına şiddet uygulayan zihniyet ile zavallı Özgecan’a tecavüz edip öldüren zihniyet, aynı sapık zihniyet.Yine de ülkemizde böylesi sapkın düşünceye sahip olanların çok az olduğu düşüncesindeyim. Ancak süte düşen sinek misali mide bulandırması bile yetiyor. Seksen milyon insanın yaşadığı ülkemizde bunları belki tamamen yok edemeyiz lakin en azından hem toplumsal hem de hukuksal bazda caydırıcı önlemler almamız gerekiyor. Kimse bana bunları topluma kazandıralım martavalı okumasın. Sosyal ve toplumsal alanda yapıcı bir düşünceye sahip olmakla beraber, bu konular da çözümün bu olduğunu düşünmüyorum. Bu hastalıklı zihniyetlerin ıslah edilmesi pek mümkün görünmüyor bana. Bunlara karşı toplumsal (mobbing) ve hukuksal alanlarda öyle yaptırımlar uygulanmalı ki, en azından bu habis düşüncelerini olabildiğince bastırmak zorunda kalsınlar. Kalsınlar ki, tahrik indirimi ile üç beş gün yatıp sonra sahte kahramanlık edası ile ortada gezemesinler. Neyse ki, bu husus ile alakalı toplumun da üzerine eğilmesiyle gerekli hukuki düzenleme/iyileştirmeler yapılmaya başlandı. Tabi ki böylesi sapkınlıkların ne yapılsa da tamamen bitmeyeceğini biliyorum. Ancak dileğim, asgari seviyeye indirilmesi. Selametle… Yüz daha versen yüz uman yüzler bilirim, Yokuşlara kardeş olan düzler bilirim, Dünya öküzün üstünde derler ama, Dünyanın üstünde nice öküzler bilirim. (Necip Fazıl Kısakürek)

7 Eylül 2017 Perşembe

LA GALİBE İLLALLAH

Evvela; hocaların hocası olarak bilinen, ülkenin yetiştirdiği en önemli sosyolog ve ilim adamlarından olan değerli Şerif Mardin Hoca’ya, Allah’tan (cc) rahmet diliyorum. Başımız sağ olsun. Myanmar’da, Arakan Müslümanlarına yönelik katliam devam ediyor. Ota bile saygı duyduklarını ifade eden Budistler, ot yakar gibi insan yakıyor. 1989 Nobel Barış ödüllü Dalay Lama’dan da, Kuzey Hindistan’daki Dramsala Manastırı sözcülerinden de çıt çıkmıyor. Bu nedenle, ben de bu konu ile alakalı yazılar kaleme almaya devam ediyorum/edeceğim. Myanmar’ın Nobel Barış ödüllü lideri, felsefeci Aung San Suu Kyi yaşanan katliamdan dolayı Müslüman grupları suçlamaya devam ediyor. BM ise ortalıkta gözükmüyor. İslam İşbirliği Konferansı da bildiğiniz gibi. Arap Birliği mi, o da ne? Velhasıl, kahrolmak için o kadar çok sebebimiz var ki… En acı olanı da, kendimize etiğimiz zulüm. Şairin dediği gibi; Bizsiz, bize yetmezdi güçleri, Bizimle güçlenerek yettiler bize… Onlar, Müslümanlara karşı bu denli ortak hareket halindeyken biz ne yapıyoruz? Türkiye, yine büyüklüğünü gösterip gerekli adımları atsa da, dünyanın ‘‘beşten’’ büyük olduğunu göstermek için diğer Müslüman ülkelerin de ayağa kalkması gerekiyor. Zalimden merhamet beklemek yerine mücadele ile bitmek daha evladır. Şimdi burada binlerce keşke ile başlayan cümle sıralayabilir. Ama o bile gönlümden geçmiyor. Yine de birkaç kelam edecem; Gönül isterdi ki, 1. Cihan Harbi’nde, İngilizlerin esir aldığı binlerce Mehmetçiğimiz, Burma’da (Myanmar) şehit olmasın. Gönül isterdi ki, Süleyman Askeri, stratejik bir hata yapıp binlerce erimizi şehit vermesin. Hayalperest olduğu kadar cesur ve namuslu olduğu için beylik silahını şakağına dayayıp tetiğe basmak zorunda kalmasın. Gönül isterdi ki, Hac’da bayram namazı hutbesinde Mekke’den dünyaya bir ses yükselsin. Gönül isterdi ki, Cumhurbaşkanı’nın eşi Emine Erdoğan, yalnız değil, diğer İslam ülkeleri liderlerinin eşleri ile kol kola Bangladeş’i ziyaret etsin. Gönül isterdi ki petrol, Arap liderleri tahtlarına bu denli yapıştırmış olmasın. Velhasıl gönül, daha nice şey isterdi… Tabi bir de Allah’ın (cc) ne istediği var. İşittik ve itaat ettik. Allah (cc) muhakkak işinde galiptir. Görünen ne olursa olsun, kim yenerse yensin, kim yenilirse yenilsin, Galip olan hâkim olan, yapan ve yaptıran O’dur. Ya Rab, sen ki Muhammed Mustafa’ya dahi yenilgi sınavını yaşatansın. Sen zulmetmezsin Ya Rabbi. Ya Rabbi, inandık ve tasdik ettik, zulmeden biziz Ya Rabbi. Senin yolunda kenetlenmeyip benlik hevesiyle ayrı düştüğümüz ve bölündüğümüz için kendimize zulmettik. Biz bize zulmettiğimiz için düşmanda şimdi bize zulmediyor. Bütün zalimlerden sana sığındık Ya Rabbi, Bizler gafil olduk, günahkâr olduk, mahkûm olduk, mağlup olduk. Kuran ve sünnetin hikmetleriyle uyanmadık. Sen bizleri düşmanın saldırılarıyla uyandırdın. Şimdide lütfet Ya Rabbi, bize bu saldırıları def edecek güç, inanç ve enerji ver.

VAKIF VE CEMAATLER

Epeydir aklımda bir çatışma hali var. Nedeni, cemaat ve vakıflar. Bazen vakıf ve cemaatler eliyle yapılan yolsuzluk ve haksızlıklar nedeniyle böylesi tüm yapılara öfkelenirken, bazen de bu yapılar olmadan devletin her yere şefkat ve yardım elinin yetişemeyeceğini düşünüyorum. Malumunuz ‘‘Hizmet Hareketi’’ olarak bilinen Neo-Mason hareketi ile gerek ülkemizde gerekse dünyada milyonlarca Müslüman, büyük bir hayal kırıklığına gark oldu. ‘‘Medeniyetler Çatışması’’ tezi ile belli bir plan kapsamında ilerleyen bu proje, Soğuk Savaş sürecinde oluşturulan Kızıl Tehlike’nin yerini alan Yeşil Tehlike olarak tüm dünyaya pompalandı. Bu yapılırken de, özellikle DAEŞ, NUSRA, EL KAİDE, BOKO HARAM, TEVHİD SELAM gibi radikal terör örgütleri kullanıldı/kullanılıyor. Fark ettiyseniz radikal İslami terör örgütleri demiyorum. Çünkü bu bile bir algı operasyonu ve Müslümanların dahi zihinlerine yerleştirilmeye çalışılan bir söylem. İslam ile terörü yan yana getirmek için kurguladıkları bir oyun. Neyse konuyu fazla dağıtmayalım. Bahsini ettiğim bu radikal örgütler ile İslamiyet’i, bir savaş ve barbarlık dini olarak gösteren habis yapılar, böylece akıllarınca ürettikleri tezleri meşru kılmaya çalışıyorlar. Engizisyon sistemlerini, skolâstik düşünce dönemlerini, cennet tüccarlığı geçmişlerini, hiç akıllarına bile getirmeden. Tüm bu kara kampanyalara karşı belki de tüm Müslüman âlemi için bir umut ışığı olarak görülen ‘‘Hizmet Hareketi’’, ne yazık ki tüm ümmet adına bir hezimet halini aldı. Batı’nın ‘‘Ilımlı İslam’’ olarak adlandırıp desteklediği bu hareket, özelikle ‘‘Dinler Arası Diyalog’’ kisvesi altında diğer dinler ile hoşgörü ve sevgi esaslı bir hareket başlattığını ifade ederek neredeyse tüm Müslüman âlemden destek gördü. Kim bilebilirdi ki, milletimiz ve dinimizin en derin yaralarından biri olacağını… Zaten kukla olan, eli kanlı terör örgütleriyle hedef alınan İslamiyet, sözüm ona ılımlı olarak görülen bir cemaat (örgüt) eliyle en büyük darbeyi aldı. Birçok Müslüman’ın temiz duygularla yardım ettiği bu hareket, yaşananlar neticesinde herkesin manevi duygularında hasara yol açtı. Velhasıl öyle ya da böyle, Batı uygulamaya koyduğu projeyi bir ölçüde gerçekleştiriyor. Peki, bizim ne yapmamız gerek onu düşünmeliyiz. Yüzyıl öncesindeki gibi, iyi/kötü ayırt etmeden hepsinin kapısına kilit mi vuralım? Samimi/yobaz demeden hepsini darağacında mı sallandıralım? Yoksa batının ekmeğine yağ sürmek yerine, dinimize daha sıkı mı sarılalım… Ne dersiniz? Yazının başında da ifade ettiğim gibi en güçlü devletlerin bile yeterli olamadığı, tıkandığı pek çok husus vardır. Özellikle sosyal refah gibi konularda tüm ülke sathında etkin olamayan devlet kademelerinin, bu husustaki sorumluluğunu bir anlamda vakıf ve cemaatler üstlenmektedir. Yoksulların yaralarının sarılmasından tutalım da hakiki dini bilgilerin aktarılmasına kadar geniş bir yelpazede faaliyet gösteren cemaatler, böylece ‘‘welfare state’’ (sosyal refah devleti) denen olgunun oluşmasında önem arz ederler. Ancak bu, cemaatlerin siyasallaşmasını tabi ki meşru kılmaz. Zaten hassas denge de burası olmalıdır. Bir cemaat, siyasete girdiği an, artık bir hizip, bir parti halini alır ki, bu onun tüm maneviyatının son bulması anlamına gelir. Bir mizan kadar hassas olunması gereken bu konu, ne yazık ki zaman zaman göz ardı ediliyor. Cemaatler, maneviyattan uzaklaşıp giderek dünyevileşen bir hal alıyor. İşte son örneği FETÖ… Eğer bir daha böylesi günler yaşamak istemiyorsak, öncelikle biz bireyler olarak, Yüce Yaradan’ın bizlere bahşettiği aklı kullanarak, onun ışığında hareket etmeliyiz. Toplum olarak bizim, yönetici olarak ise devlet erklerinin, yaşananlardan ders almış olması en büyük temennim. Hülasa diyeceğim, suçlu ne vakıflardır ne de cemaatler. Suç, her zaman olduğu gibi benlik hevesine kapılan insanoğlundadır. Biz kendimizi düzeltmezsek, aklımızı ışık, dinimizi ise rehber edinmezsek, daha çok aldanırız, daha çok aldatılırız. Selametle… Şeriatin sözleri hakîkatsiz bilinmez, Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bulunmaz. Şeriatsiz hakkikat batıl, hakikatsiz şeriat atıldır. Şeriati olamayan bir kul, hakikatte evliyanın seri dahi olsa, Hakk’a asidir. (Niyazı-i Mısri)

İSLAMOFOBİ VE ARAKAN

Arakan kelimesini zaman zaman duyarız. Kimimiz, ne/neresi olduğunu bile bilmez, kimimiz ise yapılan vahşete karşı ‘‘vah vah’’ der geçeriz. Burma (Myanmar) sınırları içerisinde bir bölgenin adı olan Arakan, Hindiçini yarımadasında yer almaktadır. Osmanlı İmparatorluğu sayesinde İslamiyet’le tanışan bu topraklar, o dönemden bu yana, tüm baskı ve zorlama politikalarına rağmen inançlarından ödün vermemişlerdir. Öyle ki, Prof. Dr. Erhan Afyoncu’nun ifadesiyle, 1912 Balkan Savaşları sırasında dahi tıpkı Hintli Müslümanlar gibi aralarında para toplayarak orduya yardım gönderen Burma’da, Milli Mücadele yıllarında ise Gazi M. Kemal Paşa’nın posterleri tüm sokaklara asılmıştır. İşte bu Arakan’da, şu aralar yine büyük bir katliam var. Nitekim Avrupa Rohingya Konseyi sözcüsü Dr. Anita Schug’un ifadelerine göre Arakan’da son beş günde öldürülen Müslüman sayısı üç bine dayanmış durumda. ‘‘Postmodern’’ bir komünist cunta rejimi ile yönetilen Burma’da, Müslümanlara kimlik dahi verilmeyip, tüm özlük haklarından mahrum bırakma politikası güdülüyor. Bununla yetinilmediği zamanlarda ise sistemli olarak ve devlet eliyle katliam uygulanıyor. Velhasıl, nüfusun neredeyse yüzde yetmişini oluşturan ve Budist inanışa sahip olan Rakhine etnik halkına nazaran, azınlıkta olan Müslümanlar (yaklaşık dört milyon), Burma ile Bangladeş arasındaki bir cenderede yaşam mücadelesi vermekteler. Budist halk ve rejim güçleri tarafından kuşatılan Arakan’lı Müslümanlar’a, ivedi bir şekilde yardım edilmezse, ölü sayısının çok daha fazla olacağı tahmin ediliyor. Birleşmiş Milletler, Arakan’ı dünyanın en çok eziyet gören bölgelerinden biri olarak tanımlasa da, maalesef uygulamada hiçbir pozitif adım atılmıyor. Avrupa ise kör ve sağırı oynuyor. Merak ediyorum, Charlie Hebdo saldırısında ölen 12 kişi için bir araya gelen yaklaşık 50 ülke başkanı, Arakan’da katledilen binlerce Müslüman için de bir araya gelmeyi düşünüyor mu? Ülkenin Nobel Barış ödüllü lideri Aung San Suu Kyi ise Müslümanları suçlayarak, güvenlik güçlerinin teröristler ile mücadele edildiğini ifade ediyor. Görüldüğü gibi Burma’da sessiz ve derinden bir soykırım uygulanırken, dünya ise olup biteni seyretmekle yetiniyor. ‘‘Müslümanlar olarak biz ne yapıyoruz?’’ dediğinizi tahmin edebiliyorum. Sonuna kadar haklısınız. İslam Dünyası bu konuda ne yapıyor? Mezhep ve çıkar çatışması nedeniyle birbirlerinin kuyusunu kazmaktan başka! İslam İş Birliği Teşkilatı ne işe yarar hala anlayabilmiş değilim. Petrol, Arap şeyhlerinin kanına bu kadar mı işlemiş ki kendi kanlarının yardımına koşmaktan bu kadar acizler! Velhasıl… Sırf Müslüman olduğu için başı gövdesinden ayrılanlar… Her an katledilme korkusuyla yaşayanlar… Üzerine açlık… Üzerine sefalet… Aman sen de… Kimin umurunda ki? Öyle ya, bize dokunmayan yılan, varsın bin yaşasın. Değil mi? Dilsiz Şeytan olmak varken, başımızı ağrıtmak da niye… Zulmün olduğu yerde, tarafsızlık namussuzlukmuş… Halt etmişsin sen, Cemil Meriç… Hele sen Akif, ne de boş yazmışsın bu dizeleri!… Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdadıma saldırdı mı, boğarım! Boğamazsın ki! Hiç olmazsa yanımdan kovarım. Adam aldırmada geç git! diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu… İrticâın şu sizin lehçede ma’nâsı bu mu? (M. Akif Ersoy-Zulmü Alkışlayamam Şiirinden)

ÇİFTE BAYRAMIMIZ

Ne mutlu ki, önümüzdeki günlerde milletçe çifte bayram sevincini yaşayacağız. Sonsuz merhamet sahibi olan yüce Allah’ın, Hz. İbrahim’e, evladı yerine kurban etmesi için bir koç göndermesiyle hulul eden Kurban Bayramı ile Anadolu’nun vatanımız olarak kalmasını sağlayan 30 Ağustos (Başkomutanlık Meydan Muharebesi) Zafer Bayramı’nı kutlayacağız. Bir taraftan yüce dinimiz olan İslam’ın gereklerinden birini yerine getirip, bir nebze de olsa yoksulların yarasını sararken diğer taraftan bu vatan için can vermiş, kan dökmüş aziz şehitlerimizi ve bizim için verdikleri mücadeleyi anacağız. Ne mutlu ki böyle bir imana, böyle bir tarihe ve böyle bir millete sahibiz. Ancak ne yazık ki böylesi denk zamanlarda, muhakkak bir iki kendini bilmez ortaya çıkar. Bir ‘‘ötekileştirme’’ heyulasını ortada gezdirilir. Bu, kimi zaman zafer karşılaştırması şeklinde olur, kimi zaman ‘‘siz-biz’’ şeklinde. Bu topraklar için can verenlerin, ‘‘sizli bizli’’ olmayalım diye kan döktüklerini akıllarına getirmeden. Bunlardan biri de, Zafer Bayramı’na ‘‘bayramımız’’, Kurban Bayramına ise ‘‘Bayramınız’’ ifadelerini kullanan CHP’li Kadıköy Belediyesi. Meşruiyet ‘‘mazeretlerini’’ tahmin edebiliyorum. Ya laik devlet yapısında Müslüman olmayan vatandaşların da dikkate alınarak böylesi bir üslup kullanıldığını ifade edecekler. Ya da işin daha da kolayına kaçarak ‘‘basım hatası’’ olduğunu açıklayacaklar. Tüm bunlara inat, diyeceğim; Kurban Bayramı da bizimdir, Zafer Bayramı da. Ne yobazların dini yozlaştırmasına izin veririz, ne de kafatasçı milliyetçilerin ya da radikal laiklerin dinimizi geri plana atmasına. H. Nihal Atsız’ın, İtalya faşist lideri Benito Mussolini’ye söylediğinin aksine ‘‘Din Arabın, harp Türklüğün’’ değildir. Din de bizimdir, harp de. Tanrı Dağı’nda da biz varız, Hira Dağı’nda da. Biz, bizi biz yapanlarla bin yıldır bu topraklardayız ve de olacağız. Tarihimiz, medeniyetimiz ve imanımızla. Selametle… Sorma bana oymağımı, boyumu Beş bin yıldır millet gibi yaşarım Süngü beni ayırsa da vahdetimi unutmam Dilde, dinde müşterekiz, hep gelmişiz bir belden Devletimin kaygusuyla milletimi unutmam Anadolu bir iç deniz, ayrılamaz dış elden. Ziya Gökalp (Millet)

BU SEFER OLMAZ!

Bilindiği üzere, ülkemizde ne zaman siyasi iktidar zayıflatılmak istenip, kaos ortamı amaçlansa, ortaya bir anda ‘‘irtica’’ heyulası çıkarılır. Nitekim son günlerde, yine acayip işler dönmeye başladı. Şanlıurfa’nın Siverek ilçesinde, Atatürk heykeline satırla saldıran aklı evvel adamdan tutun da, takke takıp, uzun sakal bırakan polis memuruna kadar her tür ‘‘cinsler’’ yeniden hortladı. Hortladı diyorum, çünkü bu ülke bu türden olayları daha önce de pek çok kere yaşadı. 28 Şubat dönemini unutmak mümkün mü? Post-modern dedikleri, yani modern ötesi darbe ile rahmetli Erbakan’a siyasetten el çektirme operasyonu, bir anda ve sebepsiz mi gerçekleşti? Sincan’da tankları, Hükümet ve vatandaşa korku salmak için yürütenlerin, kendilerince icat ettikleri meşruiyet kaynakları neydi? Laiklik. Yanlış anlaşılmasın, bende din ile devlet işlerinin birbirine karıştırılması taraftarı değilim. Kişinin imanı ve inancı, kendisini bağlar. Nitekim devlet kademesinde ve esasen hayatın her zemininde, asıl olan eşitlik, hakkaniyet ve liyakat kavramları olmalıdır. Benim derdim, dini kullanıp, onun üzerinden de laiklik siyaseti yapanlarla. 28 Şubat sürecinde, ortaya çıkarılan Aczmendiciler, Müslüm Gündüz-Fadime Şahin’ler şimdi neredeler? Aktörler değişiyor, ancak inanın senaryo hep aynı. ‘‘Peki, bunlar hep mi dış güçlerin oyunu, geçmişte merhum Erbakan ve partisinin, şimdi de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çevresinin hiç mi yanlışı yok?’’ diye sorarsanız, haklısınız derim. Merhum Erbakan’ın, tarikat şeyhlerine yemek vermesi, eylem ve düşünce olarak yanlış olmasa da, zaman olarak yanlıştı. Yine Refah Partisi, milletvekillerinin birtakım açıklamaları, darbeye zemin arayanların, önüne bulunmaz fırsat verdi. Örneğin, dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın, ‘‘Aydınlık için bir dakika karanlık’’ protestolarına, tepki olarak ‘‘Mum söndü oynuyorlar’’ ifadesi, toplumumuzun hassas noktalarından biri olan ve Alevi kardeşlerimizi inciten hususlardan biri oldu. Ankara, Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız tarafından organize edilerek, İran Büyükelçisinin de davetli olduğu ‘‘Kudüs Gecesi’’ programında sahnelenen Cihad adlı oyun, irtica heyulasının ivme kazanmasına yol açtı. Yine Kayseri’nin Refah Partili Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin, 10 Kasım 1996 tarihli Refah Partisi İl Divan Toplantısındaki konuşmasındaki, ‘‘Süslü püslü göründüğüme bakıp da laik olduğumu sakın sanmayın. Resmi görevim nedeniyle bugün bir törene katıldım. Belki başbakanın, bakanların, milletvekillerinin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak, sizin hiçbir mecburiyetiniz yok. Refah Partili olarak yeryüzünde tek başıma da kalsam, bu zulüm düzeni değişmelidir. İnsanları köle gibi gören, çağ dışı bu düzen mutlaka değişmelidir. Ey Müslümanlar sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, nefreti ve bu inancı eksik etmeyin. Bu bizim boynumuzun borcudur.’’ ifadeleri, darbe için en ufak bir kıvılcım bekleyenlerin eline, meşale verdi. Öyle ki, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya’nın ‘‘İrtica, PKK’dan daha tehlikeli’’ diyebileceği bir ortam hazırlanmış oldu. Akabinde, şeriata karşı yürüyüşler başlatıldı. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri, Genelkurmay Başkanlığı’na çağrılarak, kendilerine irtica konusunda brifing verildi. Sonuç olarak bilinçli ya da bilinçsiz, darbe heveslilerinin ve onu planlayan habis akılların, yolu açılmış oldu. Bugün de, Hükümet’e yakın ve dahi Hükümet içinden isimler, bilinçli ya da bilinçsiz bazı ifadelerde bulunmaktalar. Benden sizlere basit bir soru. Hayrettin Karaman gibi isimlerin yapmış oldukları açıklamalar, kime yarar sağlıyor? Ataerkil toplumda, erkeğin sigara içmesi, sadece sağlık anlamında yargılanıyorken, kadının sigara içmesi neden namusu ile ilişkilendiriliyor. Hele ki, bir de tesettürlü, tesettürsüz ayrımı yapılarak. Hele ki, böylesi bir dönemde. Asıl ayrıştırma, bu değil mi? Karaman’ın bu ifadelerine, en sert tepki, hiç ummadığım bir isimden M. Metiner’den geldi. Kendisinin de tesettürlü bir kızının olduğunu ve sigara kullandığını belirten Metiner, sırf bu nedenle kimsenin namusuna dil uzatılamayacağını ifade etti. Umarım kendi canının yanmadığı konularda da, aynı hassasiyeti gösterebilir. Yine Siverek’te yaşanan olay ve Maçka Parkı’nda haddini bilmez güvenlik görevlisinin hareketi, en çok Hükümet’in zararına olmadı mı? Tabi bir de, AK Parti, MKYK üyesi Ayhan Oğan var. Bizim buralarda sıkça kullanılan bir söz vardır. Durup, durup tuz kavurmak diye. Galiba Sayın Oğan’ın görevi bu. Şimdi yeniden kuruyoruz dediği devlet, Osmanlı bakiyesi olan ulu bir çınardır. Modernize edilmesi gerekmekle birlikte, yeniden kurulmaya ihtiyacı yoktur. Velhasıl, Oğan’ın amacı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a şirin görünmek midir bilinmez ama partiye zarar verdiği muhakkak. Nitekim parti içinden de bu ifadelere teveccüh gösteren çıkmadı. Hülasa diyeceğim, Gazi M. Kemal ATATÜRK’ün başlatmış olduğu kurtuluş mücadelesinden sonra belki de, en zorlu süreçlerin birinden geçen ülkemizde, yeniden bir oyun kurgulanmak isteniyor. Buna karşı durmanın yolu ise; cepheleşme ve ayrışma değil, aksine hoşgörü ve çok seslilik olmalıdır. Tabi ki bu, dinimiz, inancımız ve geleneklerimizi yok saymakla değil, tam tersine, dinimizin gerekliliklerini gerçek anlamıyla yaşayarak olacaktır. Pusulamız Kuran-ı Kerim, rehberimiz Hz. Muhammed (sas), ışığımız ise akıl ve ilim olduğu müddetçe, varsın tüm âlem bize gerici desin. Ne çıkar! Selametle. Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım, Mukaddes emanetin, dönmez davacısıyım, Zamanı kokutanlar, mürteci (gerici) diyor bana, Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana. (N. Fazıl Kısakürek, Muhasebe, 1947)

KIYAMET MÜHENDİSLİĞİ:ARMAGEDDON

Önceki yazılarımda, Batı ve Yahudi aklının ne derece Makyavelist bir tutum izlediğini açıklamaya çalışmıştım. Öyle ki, asırlar sonrasının planlarını yapan bu yapılar, kendi düzenlerini oluşturmak için birçok kurum, kuruluş, nosyon ve yasa dışı örgütler kurmuşlardır. Bu minvalde terör örgütlerinden dahi faydalanarak dünya nizamına istedikleri şekilde yön vermek isteyen bu derin yapılar, söz konusu dünyevi araçların yanında, ezoterik birçok bilgi ve kaynaktan faydalanmaktadır. Bu doğrultuda bu haftaki yazımda çağlardır tartışılan Armageddon Savaşı ve bu kapsamda özellikle Arap Baharı sonucunda Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri kaleme almak istedim. Bilindiği üzere Mehdiyet ve Deccal inanışı, yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’de net bir şekilde geçmemesine rağmen, gerek Şii, gerekse Sünni âleminde defalarca yorumlanmıştır. Ayrıca, Tevrat ve Avesta gibi kitaplarda da temel düzeyde böyle bir inanış ifade edilmiştir. Nitekim böylesi bir inanış, Hıristiyanlık ve Musevilikte de, dile getirilerek Mesih’in yeniden zuhur edip, Deccal ile mücadele edeceği dile getirilmiştir. Yani her inanış, Mehdiyet anlayışına farklı anlamlar yükleyerek, kendi inanışları zaviyesinde yorumlamıştır. Özellikle savaş dönemlerinde daha sık gündeme gelen bu inanış, Körfez ve Vietnam Savaşları’nda popülerlik kazanmıştır. Peki, böylesi bir ruhani ezoterizme, seküler dünyada bu denli önem atfedilmesinin altında neler yatmaktadır? Ortaya çıkarılan Deaş, El Nusra, El Kaide gibi örgütlerin ve yaşanmakta olan vekâlet savaşlarının amacı nedir? Günümüzde yaşanan savaşlarla gerçekleştirilmek istenen 3. Dünya Savaşı sonucunda bizleri neler beklemektedir? Peygamber Efendimizin, ”Yemen’de olay patladığında Şam’a gidin” hadisi ile bugün Suriye’de yaşananlar arasındaki bağlantıyı nasıl yorumlamamız gerek? En önemlisi, bunları sunan üst akıl neyi planlamaktadır? 11 Eylül Hadisesi ile başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyada geri döndürülemez bir süreç başlatılmıştır. Nitekim Neo-Con destekli bir evanjelist olan ABD eski Başkanı G. Bush, Irak ve Afganistan’a yapılan operasyonları, yeni bir Haçlı Seferi olarak ifade etmiştir. Yapılan bu işgalin, doğal kaynaklar ve İsrail’in bekaası için olduğu, bugün herkesçe bilinmekte. Ancak sizce de, tek neden bunlar mıydı? Saddam’ın kaybolan ordusunun siyahlara bürünerek, İslam’ın sözde hamiliğini üstlenmesinin ve nihayetinde planlanan medeniyetler çatışması, hangi yapı ve düşüncenin ürünüdür? Obama gibi, ABD tarihinde WASP (White-Anglo Sakson-Protestan) olmayan birini Başkan yaparak, dünya kamuoyunda kendilerine yönelen karşıtlığı gidermek isteyen ABD üst idaresi, Obama’nın ardından iktidara gelen D. Trump’a karşı neden bu denli düşmanlık beslemektedir? Bunun sorunun cevabını eski başkan yardımcılarından Dick Cheney’nin, şu ifadelerinden anlamak mümkün. Ne demişti Dick? Obama’yı son derece yetersiz görüyoruz. Bu yüzden Neo-Conlar yeniden iktidara gelecek. Yani H. Clinton. Fakat bu sefer planları tutmadı. Ancak yanlış anlaşılmasın. Trump’ın da melek olduğu iddiasında asla değilim. Ehven-i şer derler ya. Kötünün iyisi. İşte, aynen o kanıdayım. Bu arada Trump demişken, sahi hiç merak etmediniz mi? Daha ilk günden, Trump ve Çin yönetimi arasında soğuk bir savaş başladı. Konudan sapmamak için şu kadarını diyeyim. Hani hep bahsettiğim o derin yapılar olan küreselciler var ya, işte onların yeni durağı, Asya’nın yükselen değeri olan Çin. Öyle ki, hem ABD, hem de Vatikan’a karşı Çin’i, Doğu Roma olarak öne sürme çabasındalar. Yani diyeceğim şu ki, yaşanan bu süreçleri, sadece enerji güvenliğinin sağlanması ya da ABD’nin, Ortadoğu’da yeni müttefikler oluşturma çabası olarak görmek, yetersiz bu çözümleme olacaktır. Birçok defa dile getirdiğim gibi, bu yapılar gerektiğinde, kutsallarımızla dahi oynayarak kendi müesses nizamlarını yerleştirme amacındadırlar. Bunları yaparlarken de birçok hadis ve rivayetleri kaynak almaktadırlar. Bir düşünün. Sizce İsrail, Arabistan’ın tarım politikasıyla neden bu denli ilgili? Kendi vatandaşlarına domates, biber ithal etmek için mi? Tabi ki bunun da etkisi vardır. Ancak Peygamber Efendimizin, ”Arabistan yemyeşil olmadan, kıyamet kopmayacak” hadisinin de önemini bilmek gerek. Arabistan’ın son yıllarda Türkiye ile yakınlaşmasını dahi, bu kapsamda ele almak mümkün. Çünkü Arabistan’ı, Sünni ve Şii olarak bölmenin, Mekke’nin ise Vatikan gibi ayrı bir devlet olarak ayrıştırılmasının planları yapılıyor. Bu noktada Türkiye’nin öneminden bahsetmek gerek. Türkiye gerek jeo-politik, gerekse jeo-kültürel bakiyesiyle, dünya zaviyesinden son derece önemli bir aktör konumunda olmuştur. Öyle ki, yıllardır üzerinde oynanan oyunlar ve yürütülen politikalar ile Müslüman âleminden kopma sürecine sokulan Türkiye, ne zaman bu raydan çıksa, balans ayarına tabi tutulmuştur. Said Nursi’nin dediği gibi, ”İslam’ın yükselişi Arap’ın uyanmasına, Arap’ın uyanışı ise Türk’ü tanımasına bağlıdır.” İşte buradan hareketle, Müslüman alemi arasında birlik ve dirliğin oluşmaması için her şeyi yapan bu yapılar, Anadolu ve Ortadoğu’nun balkanizasyonunu sağlamak istemektedirler. Batıni açıdan ise Anadolu ve Türkiye’yi bu denli önemli yapan durumlardan biri de, onların Armageddon, Müslüman aleminin ise Melhame-i Kübra dediği, kıyamet savaşının, Amik Ovası bölgesinde gerçekleşeceği düşüncesidir. Öyle ki, bu topraklar üzerinde seksen tümen Deccal ordusu ile seksen tümen Mehdi ordusunun çarpışacağı ifade edilmektedir. İnanışlara göre bu savaşın, Ehrimen ile Ahura Mazda ya da Mehdi ile Deccal arasında olacağı dile getirilse de, sonuç itibariyle temelde din ile dinsizliğin savaşı olacağı açıktır. Velhasıl diyeceğim; yeni bir dünya düzeni kurmak isteyenler, bir yandan siyasi, ekonomik ve askeri kaynakları kullanırken diğer yandan kutsal kitaplarda geçen ifadeleri, kendi düşünce ve çıkar olgularına göre evirmeye çalışmaktadırlar. Öyle ki ABD eski Genelkurmay Başkanlarından Limod, yeni dünya düzeninin tesis edilmesi için Irak, İran, Ürdün, Lübnan, Suudi Arabistan, Libya ve Suriye gibi ülkelerin yıkılacağını ifade etmiştir. Görüldüğü üzere amaç ve planlar artık açık bir şekilde sözlere dökülmektedir. Bir başka örnek daha verilecek olursa; çoğumuzun defalarca izlediği ‘‘Yüzüklerin Efendisi’’ filmindeki Hobitler ile topraklarını geri kazanarak dünya hükümranlığını ele geçirmek isteyen Siyonist düşünce arasındaki bağlantı, dikkate değerdir. Sonuç olarak diyeceğim yaşadığımız bu süreçlerin hiçbiri, tesadüf ya da günün gerekliliklerinden dolayı oluşmamıştır. Hepsi asırlar boyunca ince ince hesaplanarak uygulamaya konan planlardır. Öyle ki Aziz Malaki ve Nostradamus’un kehanetlerini doğrularcasına gerçekleştirilen, Papa Benedictus’un istifasından tutun da Deaş’ın ortaya çıkarılmasına kadar, hepsi çok tehlikeli bir aklın ürünleridir. Ve bu akıl, fitneyi öylesine ileri götürmektedir ki, tabiri caizse Allah’ı kıyamete zorlamaktadır. Ancak ne mutlu ki hepsinin unuttuğu bir gerçek var: O inkâr edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek (çıkarmak) için tuzak kuruyorlardı. Ve onlar, bu tuzağı kuruyorlarken; Allah da tuzak kuruyordu. Ve Allah, tuzak kuranların (karşılık verenlerin) en hayırlısıdır. (Enfal/30).

TRUMP, KİM'E KARŞI

Bilindiği üzere, İkinci Dünya Savaşı’ndan birkaç sene sonra patlak veren 1950 Kore Savaşı, dar anlamda Kore’nin iç meselesi gibi görünürken; ABD, Çin ve Rusya’nın dâhil olmasıyla küresel bir muhteva kazanmıştı. Türkiye’nin de, ABD tarafında saf tuttuğu Kore Savaşı neticesinde, Kore, Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Nitekim o zamandan bu yana Kore’de sular durulmadı. Savaş sonrasında yapılan ateşkes anlaşmasının, kalıcı bir barışa dönüştürülememesi, bu duruma yol açan en önemli etkenlerden biri. Öyle ki, 1975’te BM Genel Kurulu’nun, 1996’da ise BM Güvenlik Konseyi’nin taraflara yaptığı çağrılara rağmen Güney ve Kuzey Kore, aralarında teknik olarak devam eden savaş durumunu hukuken sona erdirecek imzaları atmadılar. Dahası Kuzey Kore, 1994’ten 2013’e kadar altı defa ateşkes anlaşması hükümlerine uymayacağını duyurdu. Bu doğrultuda, başlattığı nükleer program çerçevesinde, nükleer reaktör inşa eden Kuzey Kore, 1980’li yıllarda ise büyük mahremiyet içerisinde nükleer silah çalışmaları yürüttü. Tüm bunları yaparken, uluslararası kamuoyunun tepkisini çekmemek için Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nı onaylayan Kuzey Kore, bununla birlikte Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) taleplerine rağmen bu antlaşmanın birçok gereğini yerine getirmedi. Nükleer çalışmalarını büyük bir gizlilikle yürütmek isteyen Pyonyang yönetimi, istediği sonuçları almış olacak ki, 2003’te Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan çekildi. Nitekim 2005 yılında da nükleer silahlara sahip olduğunu kabul etti. Özellikle ‘‘çılgın’’ Kim Jong’un, ülke yönetimini ele almasıyla daha da ivme kazanan nükleer silah çalışmaları, ABD başta olmak üzere birçok ülkenin sert diplomatik yaptırımlarına rağmen hız kesmedi. Buna tepki olarak, Başkan Trump, Kuzey Kore’nin nükleer denemelerine devam etmesi durumunda, ABD’nin buna ateş ve öfkeyle yanıt vereceğini belirtti. Pyongyang yönetimi ise, Trump’ın açıklamasının karşısında geri adım atmayarak, Guam Adası’nı füzeyle vurmak için plan hazırladığını açıkladı. Görüldüğü üzere, bir yanda özellikle Soğuk Savaş’ın ardından kendini dünyanın süper gücü olarak konumlandıran ABD ile diğer yanda tamamen kapalı ve tehlikeli ülke olan Kuzey Kore arasında, gerilimli bir süreç başlamış oldu. Peki, bu süreçte bizi neler bekliyor? Bu ‘‘Korkak Tavuk Oyunu’’ kime yarar getirir? Pyongyang neyi hedefliyor? Dünya’nın hamisi rolündeki ABD, Kim Jong’a karşı ne planlıyor? Öncelikle söylemek gerekirse, nükleer silah denemeleri hususunda, Pyonyang yönetimi, henüz geri dönülemez eşiğe ulaşmış değil. Ancak daha önce de ifade ettiğim gibi, dünyanın birçok yerinden yükselen kınamalara ve uyarılara rağmen, Kuzey Kore’nin nükleer silah programı tüm hızıyla devam ediyor. ABD ve Batılı müttefikleri ise Kuzey Kore’ye herhangi bir yaptırım uygulama gücünden şimdilik mahrumlar. Malumunuz, uluslararası ilişkilerde bir devlete karşı yaptırımlar, “kuvvet kullanma içermeyen ve içeren önlemler” şeklinde iki başlık altında kategorize edilmiş durumda. Kuvvet kullanmayı içermeyen önlemler, ekonomik ilişkileri kesme, ambargo, iletişimi kesme ve diplomatik ilişkileri sona erdirme olarak sıralanmış olsa da, ABD ve birçok Batılı ülkenin zaten Kuzey Kore ile ilişkilerinde bu sayılan alanların hiçbiri mevcut değil. Olmayan bir şey kesilemeyeceğine göre, bu yolla Kuzey Kore üzerinde bir yaptırım uygulamak da söz konusu değil. Kuvvet kullanmayı içeren yaptırımlara gelirsek ise bunlar; abluka ve hava-deniz-kara kuvvetleriyle askeri harekât yapılması olarak ifade edilebilir. Ancak Kuzey Kore’ye karşı, ABD’nin ve/ve ya onun desteğindeki bir başka devletin askeri bir harekâta girişmesi ihtimali çok zayıf görünüyor. Nitekim böyle bir harekât söz konusu olduğunda, tıpkı 1950’de olduğu gibi, Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nun, Pyongyang’ın yardımına koşacağı muhakkak. Böyle bir hal ise, meseleyi bir “Vekâlet Savaşı” olmaktan çıkarıp, “Üçüncü Dünya Savaşı” durumuna dönüştürebilir. Bu yüzden ABD ve Batılı müttefikleri, Kuzey Kore’ye yönelik açık bir askeri harekâttan ziyade, karşılıklı tavizler verilerek diplomasi kartını kullanabilirler. Ancak, Kim’in ne yapacağının kestirilememesi halinde, Pyonyang yönetiminin güç kullanarak dizginlenmesi ya da mevcut rejimin devrilmesi yollarına gidilebilir. Nitekim Kuzey Kore’ye karşı, ABD, Japonya ve Güney Kore arasında güç birliği yapıldığı ilan edildi. Aslında bu ittifak ve ötesinin, Kuzey Kore’den ziyade Çin’e karşı oluşturulduğu söylenebilir. Zati sürecin esası da burada yatıyor. Washington yönetiminin, Orta Doğu’ya SSCB’nin sızmasına karşı geliştirdiği “Kuzey Kuşağı” ve 1980’lerde İran’a karşı oluşturmaya çalıştığı “Yeşil Kuşak” benzeri bir kuşağı (bunun rengi de sarı olsun) şuan Çin’e karşı oluşturmak istediği ayan beyan ortada. Yani bu gerilimli süreç, tıpkı 1950’de olduğu gibi sadece ABD ile Kuzey Kore arasında olmaktan ziyade, ABD ile Çin arasında gerçekleşeceğe benziyor. Çünkü ne kadar çok nükleer silah geliştirirse geliştirsin, Kuzey Kore’nin küresel bir aktör olamayacağı, hele ABD’ye karşı girişeceği bir çatışmadan galip çıkamayacağı ortada. Kim’in amacı kendisine yönelik bir saldırıyı caydırmak veya bertaraf etmek ise, ne düşman kardeşi Güney Kore’nin ne de başka bir ülkenin Kuzey Kore’ye saldırmak gibi açık bir niyeti var. Bu durumda geriye iki ihtimal kalıyor. Ya Kim 28 yaşında oturduğu liderlik koltuğunu iyice sağlamlaştırmak için düşmanlara meydan okuma taktiği izliyor, ya da perde gerisinde iplerini tutan bir diğer büyük gücün söylediklerini yapıyor. Bir başka deyişle, ABD ile Çin arasında artık belirginleşmeye başlayan vekâleten mücadelenin kullanışlı bir aracı hâline geliyor. Nitekim Kuzey Kore ile ABD arasındaki bu gerilimli süreç devam ededursun, ABD ile Çin’in bölgesel ve küresel hegemonya için pazarlık masasına oturması, ABD-Rusya geriliminin ise ortak tehdit, Çin dikkate alınarak, yerini mesafeli bir işbirliğine bırakması kuvvetle muhtemel. Çünkü uluslararası ilişkilerde, güç dengesi hep kurulur. Hele ki işin içinde nükleer silahlar varsa, muhakkak kurulur. Selametle.