16 Temmuz 2017 Pazar

KADER GECESİ : 15 TEMMUZ

Ülkemiz, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana birçok darbe gördü. İttihat ve Terraki Cemiyeti’nin darbesi ile başlayan darbeler süreci, 1960 darbesi, 1971 muhtırası, 1980 darbesi, 1997 post modern darbesi ve 2007 e-muhtırasını kapsadı. Sözde, ülke ve milletin istikbali için yönetime el koyan ordu, kimi zaman ülkenin seçilmiş siyasilerini idam edecek kadar ileri giderken, kimi zaman muhtıralar yoluyla siyasi otoriteye ”balans ayarı” vermeye kalktı. Ülke yönetimini ele geçirdikten sonra, anayasalar düzenleyen askeri dikta rejimi, böylece ülke siyasetine, dipçik gölgesindeki kanunlarla yön verdi. Söz konusu darbeler, kimi zaman bozulan ülke düzeni nedeniyle, kimi zamansa irtica heyulası bahaneleriyle gerçekleştirildi. Ancak hiçbiri ülke demokrasisi ve geleceğine yarar getirmedi. Amaçlanan da bu değildi zaten. Tabi ki, peygamber ocağı olan ordumuzun tüm mensuplarını bu muhtevada değerlendiremem. Demokrasi değerlerine inanmış, giymiş olduğu üniformanın önem ve sorumluluğunu bilen, gerçek vatan evlatlarını ayrı tutuyorum. Benim derdim, dış ülkelerin emriyle hareket eden, kendilerini ülkenin gerçek sahibi sanıp, başkalarının uşağı olan vatan hainleriyle. Hani ABD’li jeopolitik doktoru ve istihbarat şefi P. Henze, 12 Eylül Darbesi’nin ardından demiş ya, ”Our boys have done it” (Bizim çocuklar başardı) diye, işte o çocuklardan bahsediyorum. Günümüz Türkiye’sinde, yapılan anayasa değişiklikleri ve güçlü iktidar yapısı ile artık darbeler döneminin kapandığını sanıyorduk. Ancak yanılmışız. Ne yazık ki, ABD’nin, o çocukları bitmemiş ve ülkenin geleceğine gözlerini dikmişler. Nitekim bunu da son olarak 15 Temmuz gecesi, acı bir şekilde öğrendik. Uzun yıllar içerisinde devletin her kademesine sızan FETÖ unsurları, ülkenin en önemli dinamiklerinden olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne eklemlenmişti. Hem de öyle bir eklemlenme ki, ordunun en az yarısının FETÖ’cü hainlerce doldurulduğu ifade ediliyordu. Özellikle Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın, ısrarlı gayretleri neticesinde devlet kurumlarından tek tek temizlenmeye başlanan bu unsurlar, 17 ve 25 Aralık operasyonlarının ardından, bu sefer de, belki de son kozlarını oynayarak, devletimizi silah zoruyla ele geçirmeye kalkıştı. Özellikle İstanbul ve Ankara gibi stratejik şehirlerimizde yoğunlaşan olaylarda, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar esir alınarak, askeri üst komuta paralelize edilmeye çalışıldı. Ele geçirdikleri tank, uçak ve askeri teçhizatlarla, TRT binasını dahi basarak ihtilal metni yayınlayan üniformalı teröristler, devlet büyüklerini gaflet ve dahi vatana ihanetle suçladılar. Ancak hepsinin unuttuğu bir gerçek vardı ki, zaten olayların akışını değiştiren tek faktör de oydu: Halkın iradesi. Tankların önüne yatarak, kurşunların önüne set olarak, bir destan yazan bu millet, yıllardır bu vatanın neden yıkılmadığını tüm dünyaya bir kez daha gösterdi. Düşmana bile sıkmadığı mermileri havadan kendi vatandaşının üzerine yağdıran gözü dönmüş hainlere karşı, başka nasıl başarılı olunabilinirdi ki? Yüzlerce vatandaşımızın kendini feda ederek, şehit ve gazi olduğu bu olay sonucunda şükürler olsun ki, ülkemiz, batı maşası bir askeri dikta rejimine karşı koyabildi. Allah, tüm şehit ve gazilerimizden razı olsun. Millet tarafından ortaya konan bu kahramanlık destanının ardından, bu olaya gölge düşürecek birtakım söylemlerde bulunanlar oldu. Bunlar arasında en rahatsız edici olanı ise, ülkenin ana muhalefet partisi lideri, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, ”Kontrollü Darbe” ifadesiydi. Ben bunu en basit ve iyimser tabirle, akıl tutulması olarak yorumluyorum. Kılıçdaroğlu ve onun gibi düşünenlere göre; MİT Başkanı Fidan ve Genelkurmay Başkanı Akar, Cumhurbaşkanımız Erdoğan’a, darbe ile ilgili malumat vermiş. Yani devlet büyüklerinin böyle bir kalkışmadan haberleri varmış. Yahu biraz anlayış, biraz saygı. En azından şehit ve gazilerimizden utanın. Elinizi vicdanınıza, aklınızı ise başınıza koyun biraz. Bu nasıl bir kontrollü darbe ki, ülkenin semalarında savaş uçakları uçurulurken, ona karşılık vermek isteyen kolluk kuvvetlerimiz, ellerindeki kısa menzilli silahlarla mücadele ettiler. Ve bu nasıl bir kontrollü darbe ki, ülkenin Cumhurbaşkanı’nın halkı sokağa çağıran konuşması hiçbir televizyon kanalında yayınlanmadı. Öyle ki, hükümete yakın olarak ifade edilen televizyon kanalları bile, Cumhurbaşkanı’nın millete cesaret veren ifadelerini yayınlayamazken, neyin kontrolünden bahsediyorsunuz? Anlamak gerçekten güç. CNN Türk muhabiri Hande Fırat, görüntülü telefon görüşmesi yolu ile Cumhurbaşkanı’na bağlanmasa, belki de bugün o hainler emellerine çoktan ulaşmış olacaktı. Velhasıl diyeceğim, bu darbe, alçakça yapılmış bir intihar eylemiydi. Ancak milletimiz, her defasında gem vurulan istikbaline bu sefer sahip çıkarak, hiçbir gücün, halkın egemenliğinden daha güçlü olmadığını gösterdi. Tek silahı bağımsızlık düşüncesi ve imanı olan bu millet, Çanakkale ruhunun nasıl bir ruh olduğunu, tüm dünyaya yeniden gösterdi. Bizler zaten biliyorduk, ancak bilmeyenler çok iyi bir şekilde öğrendiler ki, bu millet kimsenin önünde eğilmez. Değil on altı, gerekirse yüz on altıncı devletini kurar ancak yine boyun eğmez. Bu ülkede Ömerler bitmez, ezanlar dinmez, bayrağımız inmez. Cenk meydanında nice koç yiğit Din ile yurt için oldular şehit Ocağı tütsün, sönmesin ümit Şehidi mahzun etme Yarabbi! Soyunu zebun etme Yarabbi! Minareler süngü, kubbeler miğfer, Camiler kışlamız, müminler asker, Bu ilahi ordu dinimi bekler, Allahu Ekber, Allahu Ekber. Ziya GÖKALP

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Adalet Yürüyüşü mü?

Bilindiği üzere, CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasının ardından, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Ankara’dan İstanbul’a uzanan bir yürüyüş gerçekleştirdi. ‘‘Adalet Yürüyüşü’’ ismi verilen bu süreç neyse ki olaysız bir şekilde sona erdi. İstanbul’daki Maltepe Meydanı’nda yapılan miting ile sonlanan bu sürecin iki temel amacının olduğu söylenebilir. Bunlar, Kemal Kılıçdaroğlu’nun parti içindeki konumunu sağlamlaştırma isteği ve başkanlık referandumunda elde edilen blok oyların canlı tutulma hedefidir. ‘‘Ne yani? Kılıçdaroğlu iş olsun diye mi yürüdü, ülkede hiç mi adaletsizlik yapılmadı?’’ derseniz, tabi ki yapıldı. Çalınan sınav soruları, FETÖ tarafından atılan iftiralar, meslekten ihraçlar, liyakatsiz atamalar, usulsüzlükler… Bunların hepsi yapıldı. Gün geldi devran döndü. Ayak iken baş olanlar, şimdi ayaklar altında. Ancak burada hassas bir denge olmalı. Zalimden hesap sorarken, onun yöntemleriyle değil, hakça davranılmalı. Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın dediği gibi, altı ibadet olan ve tamamen samimi duygularla bu yapıya kendini adamış olan insanların masumiyeti göz önüne alınmalı. Göz önüne alınmalı ki adalet, sadece seçkinlerin adaleti olmasın. İşte bu noktadaki şikâyet ve taleplerden temellenen Kılıçdaroğlu, esasen akılcı bir yol seçti. Ülkemizde geçmişten günümüze dile getirilmekle birlikte, son yıllarda daha da yaygınlaşan özgürlük ve adalet söylemlerini hareket noktası olarak belirleyen ana muhalefet lideri, hiçbir ayrım gözetmeksizin ülkenin tüm vatandaşlarını kapsayacak bir yöntem belirledi. İdeoloji ve parti sloganlarından soyut bir şekilde ‘‘hak, hukuk ve adalet’’ sloganlarıyla geçen mitingde, Ergenekon ve Balyoz mağdurlarından, Mavi Marmara ve 15 Temmuz şehitlerine uzanan geniş bir kitleye seslenildi. Zati bu nedenledir ki halk nazarında da karşılık buldu. Nitekim Emre Kongar’ın ‘‘Hayal bile edemezdik’’ ifadesi yerinde bir tespit olmuş. Gerçekten de CHP’liler dahi belki de böylesine bir katılım beklemiyordu. Velhasıl her şey olması gerektiği gibi oldu ve bitti. Kılıçdaroğlu’nun dile getirdiği usulsüzlükler, haksız atamalar, liyakat kavramının hiçe sayılması gibi uygulamalara ben de karşı sonuna dek karşı çıkıyorum. Az bir zaman öncesine kadar FETÖ tarafından yapılan bu haksızlıkların hesabını, hakkım olarak, kuruluşundan bu yana desteklediğim AK Parti’den soruyorum. Yapılan yanlışlık ve aldanışların bir daha olmamasını da tüm kalbimle diliyorum. Umarım devletimiz, bünyesine çöreklenen bu habis yapıyı söküp atmak için başka cemaat ve yapılardan medet ummadan, hak ve liyakat prensibince hareket ediyordur. Birde madalyonun öteki yüzüne bakalım. Ülke gündemini bir anda değiştiren Berberoğlu, MİT tırlarının FETÖ mensubu hainlerce durdurulması olayını servis ettiği iddiasıyla 25 yıl ceza aldı. Bu noktada uzun süre üzerinde durulan konu, gazetecilik faaliyetleri ve haber yapma özgürlüğü oldu. Ancak unutulmamalıdır ki, söz konusu ülke ve milletin istikbaliyse özgürlük dahi arka plana alınabilir. Tabi ki bu benim şahsi düşüncem. Bilindiği üzere devletler gerektiğinde örtülü ve doğrudan operasyonlar yaparak, ülkelerinin bekalarını korumakla mükelleftirler. Bu zaman zaman dış politika yapıcılarının yanlış hamleleri nedeniyle olumsuz sonuçlansa da, temel amaç ülkenin yararıdır. Doğrudan Başbakanlık’a bağlı MİT tarafından organize edilen ve karayolu ile Suriye’deki Türkmenlere ulaştırılması planlanan tırların, FETÖ’cü hainler tarafından durdurulması olayı gerek ulusal gerekse uluslararası basında yer aldı. Aynı bayrak altında görev yapan kolluk kuvvetlerinin birbirlerine silah çektiği, MİT mensuplarının derdest edilerek gözaltına alındığı bu olay, Türkiye’nin imajını hayli etkiledi. Bununla da kalınmayarak hiçbir dayanak olmadan, söz konusu tırların kanlı terör örgütü DEAŞ’a götürüldüğü iftirası ile AK Parti Hükümeti ve esasında ülkemiz karalanmaya çalışıldı. Mevcut yönetimi devirmek için böylesine gözü dönen bu yapılara hizmet ettiği ifade edilen Can Dündar ve Enis Berberoğlu gibi isimler ise vatana ihanet suçuyla yargılandı. Yargılanmalı da. Her kim ki bu ülkenin ekmeğini yiyip, hainlik ediyorsa, merhamet gösterilmemeli. Ancak Ergenekon-Balyoz ya da 3 Temmuz süreçlerinde düşülen hatalara düşmeden. Zalim de olsa hain de olsa adaleti elden bırakmadan gerekenler yapılmalı. Bu hem dinimizin hem de bin yıllık devlet geleneğimizin gereğidir. Hz. Ömer’in dediği gibi ‘‘Adalet mülkün temelidir.’’ Allah’ın (cc) isimlerinden olan Hakk, işte bu nedenle bu denli önemlidir. Şüphesiz ki Allah’ın adaleti, zamanı geldiğinde yerini bulur. Ancak gönül isterdi ki dünyevi adalette bu kadar atalet olmasaydı. Kılıçdaroğlu, keşke Baykal’a kaset kumpası kurulduğunda, bu yürüyüşü yapsaydı. Keşke Baykal, okyanus ötesinin samimiyetine inanmak yerine biraz daha cesur olsaydı. Keşke Erdoğan, Ergenekon davalarının savcısı olmak yerine, gerçek adaletin peşinde olsaydı. Ve keşke Bakunin’in o meşhur sözü, günümüzde geçerliliğini çoktan yitirmiş olsaydı. Selametle… Yurtta birkaç can olmaz Birden çok vicdan olmaz Ortaklı canan olmaz La ilahe illallah. (Ziya Gökalp)

2 Temmuz 2017 Pazar

Yakılan Yıllarımız

Sivas katliamının üzerinden tam 24 yıl geçti. 2 Temmuz 1993 günü Pir Sultan Abdal Şenliklerine katılmak için Sivas'a giden aydın ve sanatçılardan 33’ü, kaldıkları otelin yakılması sonucu hayatını kaybetmişti. Bu vahşetin mağdurlarından en yaşlısı altmış altı yaşındaki Asım Bezirci, en genci ise folklor gösterisi için Sivas’a giden on iki yaşındaki Koray Kaya’ydı. Aslında katliamdan iki gün önce dağıtılan bir bildiri, 2 Temmuz’da neler yaşanacağının habercisi olmasa da, işaret gibiydi. Bildiride Aziz Nesin’in o sırada başyazarı olduğu Aydınlık gazetesinde yayımlanan Salman Rüşdi’nin ‘‘Şeytan Ayetleri’’ kitabından bahsedilmiş, Nesin hedef gösterilmişti. Hint asıllı bir İngiliz olan S. Rüşdi’nin, Hz. Muhammed’e bildirilen Hacc Sure’sinin, İblis tarafından tahrifata uğratılmasını konu alan ‘‘Şeytan’ın Ayetleri’’ kitabının çevirisini yapacağını ifade eden Nesin’in bu ifadeleri olayların tetiğini çekmişti. Öyle ki İran lideri Ayetullah Humeyni’nin, ölüm fetvası verdiği Rüşdi’nin bu eseri, tüm Müslüman toplumları rahatsız etmişti. Komik hikâyelere imza atan yazar Nesin, bu defa izleri uzun yıllar kalacak bir trajedinin kahramanı oldu. Öyle ki, Sivas'ta çok sayıda ölüm ve yaralanmayla sonuçlanan arbede, Nesin’in merkezinde bulunduğu yoğun tahriklerle meydana geldi. Ancak bu üzücü olayın hazırlığı çok önceden yapılmış olmasa, Nesin’in, Pir Sultan Abdal şenliklerinde söylediği birkaç münasebetsiz cümle bu kadar tepkiye yol açmazdı. Ülkenin huzur ve istikrarını, devletin ise otoritesini yok etmek isteyen bazı iç ve dış mihraklar yeni bir senaryoyu devreye sokmuşlardı. Yıllardır kullanılan bilinç ve eğitim yoksunu bir kesim ise bu işte yine piyon olarak seçilmişti. Kendi çıkardıkları vahşeti, ‘‘Cehennem ve Allah’ın Ateşi’’ olarak görmekten çekinmeyen katiller sadece oteli ve içindekileri değil aslında ülkenin geleceğini ateşe vermişti. En üzücü olan noktalardan birisi ise Başbakanlık görevine geleli henüz bir hafta olan Çiller’in "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir." ifadeleriydi. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise olayın münferit olduğunu ve Alevi-Sünni çatışmasına dönüşmemiş olmasını vurguluyordu. Demirel son derece haklıydı. O dönem yükselişe geçen irtica söylemleri ve mezhep çatışmaları bu olayla zirve yapmıştı. Sonuç olarak bir yandan ekonomik buhranlar diğer yandan ise siyasi ve toplumsal olaylar ile gemlenmeye çalışılan Türkiye’de, kargaşa ortamı için uygulamaya konulan yeni olaylar zincirinin halkalarından olan Madımak Olayları, ülkenin tarihinde kara bir leke olarak yerini aldı. ''Aslımız Muhammet kıyman cellatlar Üstümüzde bite davacı otlar Ölüm Allah emri ya eziyetler Açılın kapılar Şah'a gidelim. . Her nereye gitsem, yolum dumandır Bizi böyle kılan, ahd-ü amandır Zincir boynum sıktı hayli zamandır Açılın kapılar Şah'a gidelim.''