28 Haziran 2017 Çarşamba

Biraz Edep Biraz İzan

Mübarek ramazan ayını geride bıraktık. Kimisi güneşin altında çalışırken orucunu tuttu, kimisi tatil bölgelerinde güneşlenirken içkisini yudumladı. Kimseye bir şey diyemem. Zaten bu ne haddim ne de görevim. Ancak son zamanlarda yeni bir tezgâhın nüvelerimidir bilinmez ortalıkta ahlak bekçisi kesilenler türedi. ‘‘Neden açık giyinmişsin tahrik oldum’’ diyerek kadına tokat atanı mı dersiniz, tekmeleyeni mi dersiniz, ‘‘Yolda el ele yürüyemezsiniz’’ diyerek saldıranı mı dersiniz, hepsi var. Tabi dolmuşta bir genç kızın başörtüsünü başından çekip, etrafa nefretini kusan kadını da unutmamak gerek. Sözüm hepsine! Yahu bre haysiyetsizler size ne? Sizi bunları yapmak için devlet mi görevlendirdi, millet mi yoksa Allah mı? Yüce dinimizde bile dinde zorlama yoktur denmişken siz kim ya da neyden temelleniyorsunuz? O kuş kadar aklınızdan mı yoksa doğuştan sakat olan imanınızdan mı? Güzel bir sözümüz vardır. ‘‘Her koyun kendi bacağından asılır’’ diye. Öyle ki anne ve babanın bile çocuğuna yardım etmeyeceği ahiret gününün hesabında herkes yaptığı ve yapmadıklarının sorumlusu olacakken siz neyin peşindesiniz? İşte asıl hainler bu habis zihniyetli insanlardır. Seksen milyon vatandaşın yaşadığı bu ülkede bin bir çeşit insanımız var. Bu insanların sosyal harcı ise bana göre milliyet ya da dini inançtan önce hoşgörü ve uzlaşı olmalıdır. Topluma ve devlete zarar verilmediği müddetçe herkes istediğini yapmakta serbesttir. Tabi bu ifadelerimden ramazan ayının önemini kavrayamamış olanlara destek verdiğim de düşünülmesin. Ancak Fransız yazar Voltaire’nin bir sözü var ya ‘‘I Disapprove of What You Say, But I Will Defend to the Death Your Right to Say It’’ (Fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi ifade edebilmeniz için canımı bile veririm) diye işte benim de durumum aynen öyle. Lakin onlara da birkaç kelam etmeden geçemeyeceğim. Altını çizerek yeniden ifade ediyorum… Bu dünyada da, diğer âlemdeki mizan önünde de herkes kendi amellerinden sorumludur. Ancak gördüğüm bazı manzaralar karşısında da üzülmüyor değilim. Eskiden hastalık ve ya benzeri bir durumdan ötürü oruç tutamayan insanların gizli saklı, utana sıkıla bir şeyler yiyip içtikleri zamanlardan, şimdi tüketilen alkollü içeceklerin fotoğraflarının paylaşıldığı bir döneme geldik. Eskiden Müslümanlar ile komşu olan gayrimüslim tebaanın bile ramazan aylarında çocuklarına ‘‘Sokakta bir şey yiyip içmeyin. Müslüman komşularımıza ayıp olur’’ diyerek nasihat ettiklerini büyüklerimizden duymuşuzdur. Peki… Şimdi ne oldu da bu kadar duyarsızlaştık? Evet... Özgürlük gerçekten en önemli değerlerimizden biri olmalı, lakin saygı da en az onun kadar önem verilmesi gereken bir kavram. Yani bunun milliyetle, dini inançla ya da başka bir nosyon ile alakası yok. Tamamen insani bir durum. Velhasıl diyeceğim laiklik, sekülerlik ve dahi hiçbir şey ‘‘insan’’ olmanın önüne geçmemeli… İnsana önce insan olduğu için değer vermeli ve saygı duymalıyız. Esenlikle… İnsan insan derler idi, İnsan nedir şimdi bildim Can can deyu söylerlerdi Ben can nedir şimdi bildim (Muhyiddin Abdal)

YA KATAR YA BATAR

Geçtiğimiz hafta Mısır, S. Arabistan, Bahreyn, BAE, Libya, Yemen ve Maldivler, terör örgütlerini desteklediği gerekçesiyle Katar’a ambargo uygulayacağını açıkladı. İsrail’e karşı bile böylesine yekvücut olamayan Arap liderler, kendi ümmetinden biri söz konusu olunca ‘‘mukaddes’’ bir ittifak içerisine girdiler. Peki… Ne oldu da pek muhterem Arap liderler Katar’a karşı böylesine sert bir tavır aldı? Aslında soruyu yanlış sordum… Alınan bir şey yok ‘‘aldırıldı’’ demem daha doğru olur. Bilindiği üzere üç dinin başkentleri gezisi kapsamında Vatikan ve İsrail ile birlikte S. Arabistan’ın da (Riyad) yolunu tutan Trump, gitmişken 110 milyar doları silah ticareti olmak üzere yaklaşık 360 milyar dolarlık ticaret antlaşması imzaladı. Arabistan’daki buluşmaya Mısır’daki Pi’Sisi başta olmak üzere Körfez ülkelerindeki kukla liderleri de (ki ben onlara modern sömürge valileri diyorum) çağırdı. Trump’ın bu zorunlu davetine Katar Emiri Şeyh Temim katılmayı reddederken, Suudi Kral’ın ricasını geri çeviren Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan da iştirak etmedi. Dünya Trump’ın eşi ile olan el tutma sürtüşmesine yoğunlaşırken, Trump el altından Ortadoğu siyasetinde yeni bir gerilimli sürecin temelini attı. Peki… Trump ve arkasındaki ABD oligarşik bürokrasisi neyi amaçlıyor? Şimdiye kadar süt liman olan İran’da peşi sıra gerçekleştirilen terör saldırıların anlamı ne? Ve ne gariptir ki Katar’ı teröre destek vermekle suçlayan S. Arabistan, nasıl oluyor da İran tarafından aynı sebeple suçlanıyor? Alt zeminde Katar’ın tedip edilmesi, İran-Körfez kutuplaşmasına hazırlık ve Hamas dahil Müslüman Kardeşler’in (İhvan-ı Müslimin) tümüyle tasfiyesi bulunuyor. Zaten bu işin arka planında Dahlan denen piyon zatın (ben mecburen zat diyorum siz serbestsiniz) yer alması, bölgede topyekûn bir savaşın başlatılmak istendiğini göstermekte. Obama’nın İran ile nükleer antlaşma yapıp Irak ve Suriye’yi, İran’ın etkisine bırakması, Trump tarafından tersine bir düzlemde derinleştirilmekte. Öyle ki mevcut gelişmeler ne yazık ki bölgesel güçlerin vekâlet savaşları ile değil artık bizatihi bir çatışma sürecine gireceğine dair sinyaller vermekte. Velhasıl batı, sıkıntı yaşadığı iki önemli konu olan Müslüman Kardeşler ve İran tehdidini yine Arapları kullanarak çözmek istiyor. Anlayana… Hani bir söz var ya çok sevdiğim… Bizsiz yetmezdi bize güçleri, bizimle güçlenerek yettiler bize… İşte aynen o durumu yaşıyoruz. Hem de bir asrı aşkındır. Uygulanmak istenen bu politikaların en kazançlı ülkesinin kim olduğunu söylemeye gerek var mı? İsrail… Yıllardır bölgedeki ülkelerin özellikle Sünni-Şii ekseninde çatışmalarını sabırsızlıkla bekleyen İsrail’in şu aralar hiç sesi soluğu çıkıyor mu? Neden çıksın ki… Bakalım önümüzdeki günler neler getirecek. Katar Emiri’nin, Trump’a karşı direnebilmesi güç görünüyor. Hele ki ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük askeri üssünün Katar’da olduğunu düşününce… Lakin Şeyh, ambargo ve ABD’ye karşı dik durmak düşüncesindeyse tavsiyem en yakın akrabalarını dahi bir şekilde bertaraf etmesidir. Nitekim Katar’da böylesine bir askeri güce sahip olan ABD’nin, taht meraklısı bir hanedan mensubuna destek verip darbe yaptırması işten bile değil. Süreci Türkiye zaviyesinden değerlendirecek olursak ise bir yandan S. Arabistan gibi tamamen kendine bağlı bir peyk daha oluşturmak isteyen ABD, diğer taraftan da Türkiye’ye azımsanmayacak derecede akan Katar sermayesinin önünü kesmek için elinden geleni yapmakta. Böylece belki de son kozu olan ekonomi silahı ile Türkiye’nin üzerine gelmeyi planlayan batı aklı, Türkiye halkının şimdi de cebine gözünü dikmiş görünmekte. Çünkü Katar her ne kadar küçük bir ülke olsa da özellikle sahip olduğu doğal kaynaklar çerçevesinde dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer almakta ve Türkiye ile enikonu artan bir ticaret hacmine sahip. Nitekim Türkiye de gerek yaptığı açıklamalar gerekse vereceği askeri eğitim desteği bağlamında Katar ile olan müspet ilişkilerini devam ettireceğini net bir şekilde ifade etti. Ve asıl derdimi en sona bıraktım… Siz de hiç soruyor musunuz? ‘‘Müslümanların hali ne olacak diye’’ Aynı dinin, aynı tarihin ve aynı toprakların insanları birbirlerine neden bu kadar düşman? S. Arabistan’ın 650-700 milyar dolarının ABD bankalarında blokede olması mı Kral’ın elini kolunu bu denli bağlayan? Kalemle çizilen sınırlarla bizi ayırdıkları yetmiyormuş gibi neden hala daha da uzaklaşıyoruz birbirimizden? Onlar Ortodoks-Protestan ve Katolik gibi ayrımlarını bininci plana atıp kalan tek dişlerini boğazımıza geçirmişken, biz neden çatışmak ve bölünmek için bu kadar hevesliyiz? Kur’an ve sünnetin hikmetleriyle uyanmadık anladım… Yahu hiç olmazsa düşmanın saldırılarıyla uyanalım artık! Benlik hevesiyle bölünüp ayrıldığımız için değil mi yıllardır çekilen bu kadar zulüm? Biz bize zulmettiğimiz için, düşmanda şimdi bize zulmetmiyor mu? Müslüman âleminin içerisine düştüğü bu durumu görünce bir kez daha inanıp tasdik ediyorum ki ‘‘biz’’ varken düşmana ihtiyacımız yok. Ne diyeyim… Allah (cc) bu mübarek ramazan ayının hürmetine ülkemiz başta olmak üzere tüm Müslüman âleminin hamisi ve şefaatçisi olsun. Biz, kısık sesleriz... Minareleri, Sen, ezansız bırakma, Allah'ım! Ya çağır şurada bal yapanlarını, Ya kovansız bırakma, Allah'ım! Mahyasızdır minareler... Göğü de Kehkeşansız bırakma Allah'ım! Müslümanlıkla yoğrulan yurdu, Müslümansız bırakma, Allah'ım! Bilelim hasma, karşı koymasını; Bizi cansız bırakma, Allah'ım! Yarının yollarında yılları da, Ramazansız bırakma, Allah'ım! Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız Ve vatansız bırakma, Allah'ım! (Arif Nihat Asya)

HAK ve LİYAKAT

Birkaç ay önceki bir yazımda akademik personel alımlarında dönen ‘‘referans’’ (ki biz ona halk ve hak dilinde torpil diyoruz) durumunu ele almıştım. Öyle ki yüz binlerce genç gibi ben de bu alım oyunlarından bir hayli muzdarip olmuştum. Hatırlasanız birçok devlet üniversitesinin öğretim/araştırma görevlisi alım ilanlarına başvurup ve dahi sıralama da birinci olmama rağmen kadroya alınmayınca BİMER ve Cumhurbaşkanlığı’na şikâyet mektupları yazmıştım. Mektuplarım önce YÖK’e daha sonra ise üniversitelere bir bir ulaştı. Verdikleri cevapları burada yazmaya gerek dahi görmüyorum. Çocuk güldüren cinsten... Hele ki bir tanesine güleyim mi ağlayayım mı doğrusu bilemedim. Muhterem idareciler aynen şöyle yazmış: ‘‘Ülkemiz malum zorlu bir süreçten geçmektedir. Zamanında yapılan alımlarda da yapılanlar ortada. O yüzdendir ki artık çok dikkatli davranıyoruz.’’ Ha bir de üniversitemiz ve çalışanlarımızı töhmet altında bırakmayınız diyordu. Eyvallah… Zat-ı muhteremler o kadar dikkatli alım yapıyorlar ki bizzat akraba hatta aile içinden olmadıkça güvenemiyorlar zahir. Nitekim birkaç gündür Pamukkale Üniversitesi Rektörü Hüseyin Bağ’ın, eşini İslami Bilimler Enstitüsü’ne atadığına dair haberler basında yer almakta. Meşruiyet kaynağı olarak da söz konusu kadro için eşinin ‘‘şartları’’ sağladığını ifade etmiş. Yapacağınızı yapıyorsunuz bari milletin aklıyla dalga geçmeyin yahu. Şarta göre adamın değil, adama göre şartın koyulduğunu siz de, biz de, Allah da biliyor. Yıllarca devletin tüm dinamiklerine yerleşen FETÖ unsurları ile mücadeleyi böyle mi yapıyorsunuz? Hani hak hani liyakat hani adalet? Yaşananlardan hiç mi ders alınmadı? Allah’ın ismi olan Hakk’a göre davranmak bu kadar mı zor? Bu soruyu sorunca da Adıyaman Milletvekili M. Metiner’in birkaç yıl önce bir TV programında sarf ettiği sözleri anımsadım. Ne diyordu Sayın Vekil? ‘‘Siz Cuma namazı hutbelerinde her hafta ne okunur bilmiyor musunuz? Akrabalarını koru kolla denir…’’ Ardından ise kendisini biraz daha zorlayan program sunucusuna; ‘‘Valla sen Allah’ın ayetine bile karşı geliyorsan yapacak bir şey yok…’’ demişti. Ne diyelim… Siz bu zihniyetteyseniz ‘‘Valla bizim de yapacak bir şeyimiz yok.’’ Şimdi eminim ki önümüzdeki günlerde Rektör Bey’in hanımı (belki kendisi de) istifa edecek. Ama bu durum ne ilk ne de son olacak. Malum nepotizm artık kanımıza işlemiş!.. Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a buradan sesleniyorum. Gerek partisinde gerekse devlet kurumlarında ki yozlaşmış yapıyı görsün. Nasıl ki bu millet 15 Temmuz Gecesi devletine sahip çıktıysa, kendisi de devletin başı olarak milletine sahip çıksın. Kendisinin dilinden pek çok kez duyduğumuz Hakk’ı tutar kaldırırım mısralarının gerçekliğini bizlere göstersin. Zalime zalimin yöntemiyle karşılık verilirse ondan ne farkımız kalır. Biz biliriz ki balçık, balçıkla temizlenmez. Umarım yeni dönemde yeni yüzler ve isimlerle yola çıkılır. Yenilenen MKYK listesi bir nebze de olsa beni umutlandırdı. Dilerim devamı radikal bir şekilde devam eder. Şimdiye kadar yapılan ve yapanlara diyeceğim ise: Unutmayın ki Yüce Allah imhal eder ama asla ihmal etmez. Ve Hak’k kulundan intikamını yine kulunun eliyle alır. İlm-i ledun bilmeyen bunu kul yaptı sanır. Selametle…

UNUTTURULAN TARİHİMİZ

Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han? Feryâdım varır mı bârigâhına? Ölüm uykusundan bir lâhza uyan, Şu nankör ……… bak günâhına. Târihler ismini andığı zaman, Sana hak verecek, ey koca Sultan; Bizdik utanmadan iftira atan, Asrın en siyâsî Padişâhına. Son birkaç yıldır özellikle TRT’de tarihimizi yeniden yaşatan projeler yapılmakta. Diriliş Ertuğrul, Filinta, Osmanlı Tokadı ve son olarak da Payitaht Abdülhamid… Yıllarca Kızıl Sultan olarak tanıtılan, zalim bir diktatör olduğu söylenen Sultan Abdülhamid’in bir tespihin taneleri kadar süren 33 yıllık hükümranlığı Hasta Adam’ın belki de yeniden ayağa kalkacağı bir dönem olacaktı. Maalesef olmadı… Tabi ki imparatorlukların yıkılıp ulus devletlerin yükselişe geçtiği bir çağda Osmanlı da bu süreçten nasibini alacaktı… Aldı da… Ancak gönül isterdi ki atalarımız olan Osmanlı Hanedanı’na gereken ihtiram gösterilsin. Aksine tarihimizi unutturmak ve yeni bir Türk kimliği odaklı bir tarih oluşturmak için politikalar üretildi. Konjonktürel şartlara bakıldığında dönemin politika elitlerinin haklı sebepleri olabilir. Küçülerek büyüyen bir ülke olan Türkiye’nin o zamanlar belki statükodan başka bir seçeneği yoktu. Vatanın selamet ve bekası bunu gerektiriyordu. Ancak zaman gösterdi ki ne kadar unutturulmaya çalışılsa da millet tarihini, ecdadını ve ümmetini unutmamış. Öyle ki bahsettiğim bu dizilere olan rağbet bir hayli fazla. Hem de sadece ülkemizde değil Arap ülkeleri başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde izlenmekte. Nitekim Sultan 2. Abdülhamid'in torunu ve dizinin danışmanı Osmanoğlu, ‘‘Payitaht Abdülhamid’’ dizisinin özellikle Arap coğrafyasında müthiş bir izleyici kitlesi oluşturduğunu, televizyon yayını olmamasına rağmen sosyal medya üzerinden takip edildiğini ifade etti. Tabi böylesi bir diziye karşı olanlar da yok mu? Tabi ki var… Zamanında Abdülhamid’e karşı olanların torunları bugün boş durur mu hiç? Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü meşhur Kati var ya Kati Piri… Hazırladığı rapor taslağında 397 değişiklik önergesi vermiş. Önergeler arasında en dikkat çekenlerden birisi de TRT’deki Payitaht Abdülhamid dizisiyle ilgili olanı. Değişiklik önergesinde, dizide Yahudi karşıtı söylemler kullanıldığı belirtilerek bu durum güçlü şekilde kınanıyor. Türk yetkililere de ‘‘toplumdaki antisemitizmin her türüyle ciddi mücadele’’ çağrısı yapılıyor. Önergenin metne dâhil edilip edilmeyeceği 20 Haziran'da AP Dışişleri Komisyonu'nda yapılması öngörülen oylamada belli olacak. Bakalım ne olacak… Onlar deliredursun, diyeceğim artık devletimiz de milletimiz de tarihine ve ecdadına sahip çıkıyor. Ancak dileğim bu işin sadece dizilerle kalmaması. İnsanımızın kitaplarda, eserlerde tarihini daha yakından tanıması… Gönül ister ki Gazi Osman, Ahmed Muhtar, Fahreddin Paşalar ve onlar gibi göğsünü vatan için siper etmiş nice şehidimiz tanınsın, bilinsin. Yıllarca Araplar bizi sırtımızdan vurdu yalanı hafızalardan silinsin. Birkaç aşiret ve hain emirin yaptıkları ecdadımıza, kadim halklarımıza mal edilmesin. Sahi hiç düşündünüz mü yanı başımızda bir bölge olan ve dahi ülkemizin de ait olduğu bu topraklara neden ‘‘Ortadoğu’’ dediğimizi? Kendi topraklarımızı, atalarımızın kanının suladığı, kardeşlerimizin yaşadığı toprakları ‘‘batı’’ gözüyle gördüğümüz için. Evet onların konumları itibariyle burası Ortadoğu olabilir ancak bizim için değil. Burası bizim, ecdadımızın, atalarımızın, kardeşlerimizin toprakları. Velhasıl diyeceğim biz tarihimizle, ecdadımızla biriz, bütünüz. M. Kemal Atatürk de bizim değerimiz, Abdülhamid de hatta Enver de… İzmir Marşı da bizim Mehter Marşı da… Rahmetli Dışişleri Bakanlarımızdan İsmail Cem’in dediği gibi ‘‘Türkiye artık tarihine, mirasına sahip çıkmalıdır. Bu bölgenin barış ve refahını batılı ülkeler değil yine bu bölgenin halkları kuracaktır.’’ Rahmetli Cem belki göremedi ama ne mutlu ki Türkiye bugün tarihine de mirasına da sahip çıkıyor. Bu aralar dönemsel olarak sıkıntılı bir süreçten geçilse de inanıyorum ki şuan ki ‘‘Değerli Yalnızlığımıza’’ rağmen Türkiye, bölgenin felahı için her zaman kilit ülke olacaktır.

NOKTALI VİRGÜL

ABD’nin YPG’ye ağır silahlar verme düşüncesi, gergin olan Türk-Amerikan ilişkilerini daha da hararetlendirdi. Öyle ki Cumhurbaşkanı Erdoğan; ‘‘Virgül değil nokta koymaya gideceğiz’’ diyerek durumun vahametini net bir şekilde ifade etti. Evet… ABD başkanlarıyla görüşmeler hep önemli olmuştur ama bu seferkinin ayrı bir ehemmiyetinin olduğu açık. Ortadoğu kaynıyor, yanı başımızdaki harita yeniden şekilleniyor. Esasen sadece Ortadoğu değil ABD’nin içi de kaynıyor. Sıra dışı ve çok tartışmalı bir başkan olan Trump, ABD’nin ‘‘eşsiz dengesini’’ bozdu. Öyle ki Amerikan siyasetini iyi bilenler ‘‘devlet’’ ile başkanın arasının hiç bu kadar açılmadığını söylüyorlar. Zira Trump’ın aklı masanın karşı tarafında oturan Türk tarafındakilerle değil, kendi tarafında oturanlarla ne yapacağındaydı sanki. Şimdi üç dinin başkentleri kalıbına uydurup İsrail, Suudi Arabistan ve Vatikan gezisine çıkacak ama aklı geride kalacak. Yaptığı ve yapacağı her şeye kuşkuyla bakan bir kadroyla çalışmak zorunda bir ABD Başkanı Trump, hem de daha yolun başındayken. Dolayısıyla, ABD YPG’ye silah yardımı yapacağını ilan etti ancak Trump’ın bu kararın neresinde olduğu tartışılır. Biliyoruz ki Saray’a kim çıkarsa çıksın Amerikan oligarşik bürokrasisi gücünü muhafaza etmeyi başarmıştır. Zati ABD Başkanı da mevcut kriz hususunda PYD’nin adını anmayarak; Türkiye’ye, PKK ile mücadelede senin yanındayım ama PYD konusunda ayrı düşünmeye ve hareket etmeye devam edeceğim izlenimini açık bir şekilde verdi. Buna karşılık terör örgütlerinin bölgenin geleceğinde yeri olmadığını belirten Erdoğan ise, şunları söyledi: ‘‘Özellikle YPG/PYD terör örgütünün hangi ülke tarafından olursa olsun muhatap olarak alınması bu konuda küresel düzeyde varılan mutabakata kesinlikle uygun değildir.’’ Velhasıl Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’nin bölgede ve başta Suriye’de oynayabileceği rolü anlatarak, Trump’ı PKK ve YPG gibi bir terör örgütleriyle yan yana gelmenin ABD zaviyesinden tehlikesine ikna etmeye çalıştı. Trump ise Türkiye’ye güvenlik garantisi vererek Suriye’de bir sonuca gitmenin bölge açısından önemini vurguladı. Yani iki ülke arasındaki ilişkilere nokta değil şimdilik noktalı virgül konuldu diyelim. Ha bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ABD ziyaretini Menderes’in 1959’daki ziyaretiyle bir tutanlara da son bir hatırlatma yapayım. Erdoğan, darbeyi bastırdıktan sonra ABD’ye gitti, Menderes gibi darbeden önce değil. Selametle…

BİZ BİZE YETERİZ

Osmanlı paşasının kâhyası bir bayram sabahı paşayı uyandırmış; ‘‘Paşam komşu konağın efendisi zat-ı âlinize bayram hediyesi olarak kefen bezi getirmiş. Ölür müsünüz yoksa öldürür müsünüz?’’ demiş. İşte bizim Avrupa Birliği ile olan ilişkimiz de aynen bu hale geldi… Yıllardır süren müzakerelerle Türkiye’yi adeta ‘‘eşik bekçisi’’ olarak gören Avrupa, şimdilerde daha keskin ifadelerle bizi tehdit ediyor. Neymiş efendim… Alman ‘‘Die Welt’’ gazetesi, önümüzdeki hafta yapılacak AB Dışişleri Bakanları toplantısının gündem maddeleri arasında Avrupa Birliği ile Türkiye'nin 2005’ten bu yana sürdürdükleri üyelik müzakerelerinin durdurulmasının da bulunduğunu iddia etmiş. Yine gazetenin iddiasına göre ‘‘Türkiye’de insan hakları, özgürlük ve demokrasi ilkelerinin ciddi ve sürekli ihlal edildiği’’ gerekçesiyle AB’nin 28 üyesinden 18’inin müzakereleri durdurma kararı alması mümkünmüş. Bu şekilde AB nüfusunun yüzde 65’ini temsil eden 16 üye devletin onayı ile 2005’teki Müzakere Zaptının 5’inci maddesine dayalı olarak müzakereler durdurabilecekmiş. Merak ediyorum bu ‘‘efendiler’’ gerçekten kendilerini doğruluk, iyilik ve demokrasi havarisi olarak mı görüyorlar yoksa kendilerinin bile inanmadıklarına dünyayı mı inandırmaya çalışıyorlar? Milyonlarca Müslüman ölüyorken vebadan kaçarmışçasına kapılarını kapatıp, tel örgüler çekenler acaba kimler? ‘‘Adamların umurunda mı?’’ dediğinizi biliyorum. Haklısınız. Hatta eklemesini yapayım. Milyonlarca insanı evinden, ailesinden, canından, yurdundan eden yine bu adamların ağa babaları değil mi? Bu adamlar değil mi Türkiye’nin dikta rejimine evirildiğini ifade edip darbeci Sisi’ye kucak açan? Yine bunlar değil mi Suudi Arabistan’ı ılımlı hatta demokratik görüp Suudi ailesiyle can ciğer kuzu sarması olan? Ama sahi… Menfaatler örtüşünce İblisle bile aynı çuvala girebilecek olan bu adamların umurunda mı evrensel demokrasi değerleri? Yıllardır süre gelen AB sevdasının ardından artık gerek devletimiz gerekse milletimiz bunun sonu gelmez bir macera olduğunu anladı. Öyle ki Cumhurbaşkanımız konuşmasında şunları ifade ederek gerçekleri dile getirdi; “...AB’nin tavrı, Türkiye’ye verdiği sözü tutmak istemediğinin tavrıdır. Kendileri bilirler. Türkiye AB ile ilişkilerinde hep veren taraf, hep sözünü tutan taraf olmuştur. Ülkemizin 53 yıl kapıda bekletilmesi bizimle ilgili görüşünü göstermiştir. AB, Türkiye’yi tam üye yapacaksa hiçbir engel bulunmuyor, biz hazırız. Artık bu oyunun da sonuna geldik, bunu bilmeleri lazım. Lafı dolandırmanın, diplomatik cambazlık yapmanın gereği yok. AB kendi günahlarını bizim üzerimize yıkmaya çalışmasın...” Velhasıl dostlar bu oyunun, bu oyalamanın sonuna geldik. AB son tavrı ile Türkiye korkusunu ve İslamafobi’yi açıkça ortaya koyarken, Papa ile verilen resim de “Hıristiyan Birliği” algılamasını ispatladı... İngiltere’nin dahi ayrılmak istediği AB gemisinin artık su almaya başladığı görülmeye başladı. Böylesi bir ortamda batan gemi peşinden gitmem zaten anlamı yok. Biz bizi var eden değerlerimiz ve gerçekten bizden olanlarla yola çıkmalıyız artık. Varsın onlar istediklerini desinler, istedikleri kadar ülkemizi baltalamaya çalışsınlar… Varsın ekonomileri de medeniyetleri de onların olsun… Evliya Çelebi’nin dediği gibi; Geçmem muhannet (namert) köprüsünden su aparsa beni; Yatmam çakal yatağında, aslanlar yese beni. Selametle…

1 NİSAN ŞAKASI

1564 yılında Fransa kralı IX. Charles, yıl başlangıcını Ocak ayının 1. günü olarak kabul eder. Oysaki Avrupa’da kabul edilen yıl başlangıcı 25 Mart’tır. O dönemin iletişim araçlarının şartlarıyla Kral’ın bu kararı geç ulaşmıştır. Duyanlar ise bu kararı protesto ederek eski adetlerine devam etmiş hatta 1 Nisan günü partiler düzenleyerek bu günü Aptallar Günü olarak kutlamaya başlamışlardır. Bu günde herkes birbirine sürpriz hediyeler vererek, gerçek olmayan haberler üretmişlerdir. Velhasıl Ocak ayının yılın ilk ayı olmasına alışılınca, Fransızların 1 Nisan günü de tüm dünyaya bir şaka günü olarak miras kalmıştır. Ülkemizde de 1 Nisan günlerinde insanlar birbirine şaka yapıp eğlenmektedir. Tabi bazen şakaların dozu abartılınca ortaya hiç hoş olmayan durumlar da çıkabilmektedir. Mesela bu yıl Ülker tarafından hazırlatılan ‘’1 Nisan Şakası’’ reklamı gibi… Hakikatten acayip bir süreç yaşıyoruz. Millet olarak kimyamız bozuldu. Ülkemizde uzun süredir yaşanan kritik süreçler olmasa belki de hiç umursanmayacak olan bu reklam filmi ne yazık ki bir anda tüm ülkede huzursuzluğa yol açtı. Öyle ki yüzlerce vatandaş sokaklara çıktı. Hiçte haksız sayılmazlar. Özellikle 15 Temmuz’un ardından baharda yeni bir kalkışmanın yapılacağı gibi söylentiler uzun süredir gündemde yerini koruyorken… Gelelim reklam filmine… "1 Nisan'da küçük kardeşlerin abilerine, ablalarına sürprizleri var!" mesajı ile başlayan bir Ülker reklamı. Sonra "1 Nisan yaklaşıyor, tuhaf şeyler oluyor" ifadesi geliyor. Kanlı bir pastanın servis edilmesinden tutun da bir binanın bombalanmasına kadar enteresan görsellerin olduğu bu reklam en iyimser ifade ile ‘‘korkutucu’’. Böylesi bir reklam filminden ne amaçlandığını kestirmek güç. Ülkenin en önemli firmalarından biri olan Ülker’in böyle bir reklam filmi hazırlatması da en hafif ifadeyle akıl tutulması olarak yorumlanabilir. İnternet üzerinden reklamın uzun halini de izlerseniz sizin de bu reklama müspet bir anlam veremeyeceğinizden eminim. Bildiğiniz üzere özellikle Kurtlar Vadisi dizisi ile gündeme getirilen Ezan’ın tersten okunması ve bunun bazı sapkın örgütlerce yapılması gibi haberler de kamuoyunu bir dönem meşgul etmişti. Ayetlerin tersten okunup, kıblenin tam zıttı istikamette ibadet edilmesiyle yapılan tören ve büyülerle Allah’a (cc) şirk koşmak bir takım sapkın yapılanmaların en alçak ayinlerinden. Sosyal medyada bu reklam filmini araştırırken tersten okunuşu ile ilgili görüntülere rastladım. Ve açıkçası bu durum bana tesadüften öte göründü. Tersten okunduğun da daha da sapkın ifadelerin geçtiği bu filmi çekenlerin hangi inanış ve yapılara hizmet ettiğini tahayyül edemiyorum. Ülker yönetim kurulu başkanı Murat Ülker, konu ile bilgisinin olmadığını ifade edip kumpası kuranlara hak ettikleri cezayı vereceklerini ifade etmiş. Ne diyelim umarım öyle olur… Çünkü Ülker gibi bir firma küresel sularda düşmeye başladığında ülke olarak güç kaybederiz.

Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe

İlkokullarda çoğu kez duymuşuzdur… I. Dünya Savaşı’nda müttefik Almanya’nın yenilmesiyle Osmanlı’nın da yenildiğini… Enver Paşa’nın Alman hayranlığı ve Kayzer Wilhelm ile olan yakın ilişkileri sonucu Cihan Harbi’ne İttifak Devletleri safında giren Osmanlı ne yazık ki çöküşünü hızlandırmıştır. Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini ve İspanya’da Franco gibi dikdatörlerle yükselen faşizm sonucu II. Dünya Savaşı patlak vermiş, Osmanlı’nın yıkılmasının ardından küçülerek büyüyen bir ülke olan Türkiye ise bu savaşta tarafsız kalarak bakiye ve bekaasını korumayı başarmıştır. Nazi dönemi sonrası çöküş sürecine giren Almanya ise rüzgarı tersine döndürerek Avrupa’nın ve dünyanın en muktedir ülkelerinden biri haline gelmiştir. Ekonomisi başta olmak üzere askeri ve siyasi alanda da güç sahibi olan Almanya, Avrupa Birliği’nin de lokomotifi konumundadır. Nitekim milyonlarca Türkiye vatandaşı Almanya’ya işçi olarak göç etmiş ve bu durum Türkiye ile Almanya arasındaki ekonomik ve siyasi bağları geliştirmiştir. Ancak bu bağ karşılıklı çıkar uyuşması gibi görünse de Türkiye’nin yıllar boyunca Avrupa’ya karşı altta kalan ve boyun eğen bir ülke olduğu gerçeğiyle yüzleşmemiz gerek. Yıllarca Türkiye’yi kapısında bekletip kendi toplum yapılarına uygun olan bir düzene evirmek isteyen Avrupa bugün Türkiye’nin en azılı düşmanlarından biri kesilmiş görünmekte. Peki ne oldu da yıllarca ‘‘iyi ilişkiler’’ kurulan Almanya ve diğer birçok Avrupa ülkesiyle aramız bozuldu? Yıllardır aramızdan ‘‘su sızmamasının’’ sebebi, yürütülen rasyonel dış politika mıydı yoksa ‘‘emir erleri’’ olmamız mı? Bugünlerde Almanya ve yaveri Hollanda, Türkiye Cumhuriyeti bakanlarının ülkelerinde konuşma yapmasına dahi izin vermiyor. Onların düzenlerinden ve bizlere çizmiş oldukları çerçevenin dışına çıkmak istememizin cezasını akıllarınca böyle vermek istiyorlar. Hem de yıllarca sundukları o ‘‘hayran olunacak’’ demokrasi değerlerini unutarak… Yıllarca Türkiye kamuoyunda ABD, İsrail ve hatta Rusya’ya karşı olumsuz bir tavır oluşmasına rağmen kimse Almanya’yı hesaba katmaz. Oysa ki Alman entelijansının Türkiye’de en az diğer dış istihbarat servisleri kadar etkin olduğu bir gerçektir. Öyle ki şu Alman vakıfları dosyası açılsa neler ortaya çıkar kim bilir? Mesela Sivas Olayları’nı yeniden soruştursak, Hablemitoğlu cinayetini soruştursak acaba altından hangi dış istihbaratlar çıkar? Velhasıl dostlar Türkiye artık hiçbir ülkenin peyki olmak istemiyor. Yense de yenilse de sadece kendi yaptıklarının bedelini ödemek istiyor. ABD, Rusya ve Türkiye Genelkurmay Başkanları’nın Antalya’da bir araya gelmesi masada artık Türkiye’nin de önemli bir aktör olduğunu göstermiyor mu? İşte adamların canını sıkan da bu. Yıllarca verilen hibe, kredi, yardım ve tehditlerle dizginlenen Türkiye’nin artık boyun eğmemesi onları çıldırtan… Hükümeti dış politikayı iyi yönetememekle suçlamak bir yere kadar doğru görülebilir ancak siyasetin çatışma ve menfaatler üzerine kurulduğunu da unutmamak gerek. Düvel-i Muazzama denen savaş galiplerinin dünyayı istedikleri gibi yönetmesine artık bir dur demek gerekmiyor mu? Güçlü olmak haklı olmak ile aynı mı? Tabi ki değil… Zaten Türkiye bunu dile getirdiği için şuan dört bir taraftan kuşatılmak istenmekte. İşte böylesi bir kritik dönemde devlet ile hükümet arasındaki ayrımı iyi gözetmek gerekmekte. Hükümeti politikalarından dolayı eleştirebilirsiniz ancak söz konusu vatan toprağı ve devletin bekaası ise hepimiz ülkemize sahip çıkmalıyız. Unutmayalım ki vatan elden giderse ne sığınacak bir devletimiz ne de eleştirecek bir hükümet bulabiliriz.

ALMA MAZLUMUN AHINI ÇIKAR AHESTE AHESTE…

Değerli okurlar üç ayı aşkın bir süredir sizinle beraberiz. Yazılarımın çoğunu uluslararası ilişkiler ve dış politika temelinde ele almaya çalıştım. Ancak bu hafta çerçevenin biraz dışına çıkarak ülkemizde yıllardır süre gelen istihdam sorunu üzerine sizlerle dertleşmek istedim. Nepotizm nedir bilir misiniz? Kelime anlamı olarak Latince’de Nepot (İngilizce’de Nephew yani yeğen) sözcüğünden türeyen nepotizm en öz anlamıyla adam-akraba kayırmacılığıdır. İşte bu hafta ülkemizde geçmiş yönetimlerden beri süre gelen, mevcut iktidar döneminde ise özellikle FETÖ tarafından yapılan haksızlıklar nedeniyle yüz binlerce gencin mağdur edilmesine değinmek istedim. Yani iş artık akraba, dayı yeğen ilişkisinden çıkıp örgütlü bir hal almıştır. Tabi bu sorunu sadece şu an ki idareye mal etmek de yanlıştır. Geçmiş dönemlerde samimi dindar yurttaşların, İHL’li gençlerin nelere maruz bırakıldığını da unutmamak gerek… Zati zannımca sorunun temeli burada yatmaktadır. Ülke kuruluşundan bu yana devlet kadrolarına adalet ve liyakat nosyonlarıyla değil ‘‘bizim adamımız’’ ya da ‘‘şu efendinin yeğeni’’ referanslarıyla personel sokulmuştur. 2002 yılında yürürlüğe sokulan KPSS ve ÖYP ile mülakatsız (referanssız) bir düzen oturtulmak istense de bugün görüyoruz ki sınav soruları adamların elinde hamam tası gibi dolaşıyormuş. En acısı da bunları bilip karşı çıkan adil ve hakkaniyetli bürokrat ve akademisyenler FETÖ’cülerin baskısıyla devlet kurumlarından el etek çektirilmiş… 17-25 Aralık ve 15 Temmuz sonrası devletin içerisine çöreklenen bu kişiler şimdilerde temizlenmeye çalışılıyor. Ben bunların büyük kısmının hala devlet kadrolarında kendilerini gizlendiğini düşünsem de umarım zamanla her kim hak yemişse bedelini ödeyecektir. Varsın bu dünyada olmasın… Şimdi gelelim bu aciz kulunuza… Bende yıllarca çalışıp (ve halende çalışan) akademisyen olmak isteyen bir kardeşinizim. Ancak benimde başıma bu türden olay ve oyunlar birçok kere geldi. En sonunda zülfü yare dokundular, bende gerek BİMER gerekse Cumhurbaşkanlığı’na yazdım. Cevap gelir mi, netice verir mi bilinmez ama olsun. Maksat Hz. İbrahim’e su götüren karga misali safımız belli olsun. Yazmış olduğum şikâyet ve mağduriyet mektubunu sizlerle de paylaşmak istedim. Sonuçlanmış bir durum olmadığı için ‘‘her şeye’’ rağmen üniversite adlarını gizli tuttum. ‘‘Ben İnönü Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi doktora öğrencisi Mert Mahir GÖZ. Lisans eğitimini okul ikincisi olarak burslu bitiren, akademik personel sınavı ve yabancı dil sınavları için yıllarca çalışan ve sonucunda meyvesini toplayan bir öğrenciyim. Yapmış olduğum çalışmaların sonucunda akademik kariyer yapmak üzere pek çok üniversiteye öğretim ya da araştırma görevlisi olmak için başvurdum. 15 Temmuz hain darbe girişimi öncesi sıralamaya dahi giremezken bu tarih sonrası başvurduğum birçok kadroda ön elemeden başarıyla geçtim. İlk olarak İstanbul A. Üniversitesi'ne ikinci sıradan girmeme rağmen kadro kendi elemanlarına (sekizinci olsa da) açıldığı için işe alınmadım. Vakıf üniversitesidir istedikleri kişiyi alırlar düşüncesiyle çok önemsemedim. Ancak bu durumun çok daha traji-komik hallerini devlet üniversitelerinde yaşadım. Bölgemiz üniversitelerinin birinde açılan akademik personel kadrosuna başvurdum ve mülakata çağrıldım. Ancak ilk listede ifade edilen tarih değil de ileri bir tarihte sınav yapıldı ve bu durum sadece bizim bölümde oldu. Sonra ufak çaplı bir internet araştırmasıyla alınmak istenen zatın o tarihte düğünü olduğunu gördüm. Siz benim ve sınava Ankara'dan, İstanbul'dan gelen arkadaşların yerinde olsanız ne düşünürdünüz? Neyse Allah kerimdir ya sabır diyerek sineye çektim. Bu arada ALES ve YDS sınavlarına tekrar girerek ikisinde de daha yüksek puanlar almayı başardım. Bunun da vermiş olduğu öz güvenle İstanbul’da başka bir devlet üniversitesinin açmış olduğu araştırma görevlisi kadrosuna başvurdum. Ön değerlendirme sonuçları öğleden sonra açıklandı, sınava ise hemen ertesi gün saat 10:00'da çağırdılar. Ben Diyarbakır’da ikamet eden bir öğrenciyim. Şimdi size sormak istiyorum siz ya da evladınız, hava muhalefetinin çetin yaşandığı böylesi bir kış döneminde hava ya da kara yoluyla doğudan, İstanbul'a nasıl giderdiniz. İşin maddi boyutunu, son gün alınması gereken uçak bileti ücretini ise anlatmıyorum bile. Neyse vardır bunda da bir hikmet... Ya Hak ya nasip diyerek önümüze bakmaya devam ettik. Yine bir kadro açıldı. Bu sefer yine bölgemizde olan üniversitelerin birinde… Şartı ise siyaset bilimi ve kamu yönetimi ya da siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler anabilim dalında doktora yapıyor olmak. Ülkemizde yüzde 0,9 olan doktoralı yurttaş ortalamasının içinde bendeniz de bulunduğumdan buraya da başvurdum. İlk elemede listeye beşinci sıradan girdim ve sınava çağrıldım. Başvuranların ilk on kişisi benim gibi çağrılmış olmasına rağmen artık diğer öğrenci arkadaşlar nasıl bezmişse ben dâhil sadece dört kişi sınava geldi. İnönü Üniversitesi'nden bir arkadaşımın yanı sıra ODTÜ ve Hacettepe'de doktora yapan iki aday daha sınava katıldı. Sınav soruları çok zor olmasına rağmen elimden geldiğince cevaplamaya çalıştım. Okul ortalamamın da azımsanmayacak derecede yüksek olması sebebiyle ODTÜ ve Hacettepeli adayları dahi son değerlendirmede geride bırakarak birinci oldum. Ancak gelin görün ki yine de kadroya alınmadım. Çünkü sınavıma sadece 14 puan verilmişti ve adeta ayarlanırcasına kadroya alınmadım. Öyle ki hiç olmazsa 20 puan dahi verilse kadroya asil olarak girmem işten bile değildi. Buna rağmen suçu kendimde aradım, belki de sorulara yetkinlikle cevap veremedim diye düşünürken yine yapmış olduğum sosyal medya araştırmasında gördüm ki almak istedikleri kişi sıralamaya giremediği için siz misiniz işimizi bozan dercesine hiçbirimizi almamışlardı. Hakkımı aramak için kimi aradıysam telefonlar yüzüme kapatıldı. Tüm yetkililer yetkisizi oynadı. Mail yolladığım ‘‘akademisyenler’’, bölüm başkanları geri dönmek zahmetinde bile bulunmadılar. Şimdi size tekrar sormak istiyorum siz olsanız ne düşünürsünüz? Acaba işlerine çomak sokulduğu ve müesses nizamları bozulduğu için mi öğretim hayatı boyunca böylesi bir notun (14!!!) uzağından bile geçmeyen bir öğrenciye bu notu reva gördüler. Bu kadrolar isme özel açılarak, kadroyu hakkıyla kazananların hakkı daha ne kadar yenmeye devam edecek? Ve en acısı yapılan bu haksızlık ve adaletsizlikler daha ne zamana kadar hukuk çerçevesinde yapılacak? Bizim derslerde öğrendiğimiz adalet ve hukukun devletin temeli olduğuydu. Ancak yaşadıklarım gösteriyor ki herkes hukuk kurallarını istediği gibi yorumlayıp ‘‘kılıfına’’ uyduruyor. Bu yazdıklarımın doğruluğunu belgeleri ve şerefimle temin ederim.’’ MERT MAHİR GÖZ. ‘‘Sıradan bir vatandaş’’…

Kıyamet Mühendisliği: Armageddon ve Ortadoğu

Önceki yazılarımda Batı ve Yahudi aklının ne derece Makyavelist bir tutum izlediğini anlatmıştım. Öyle ki 100-200 yıl sonrasının planlarını yapan bu yapılar kendi düzenlerini oluşturmak için birçok kurum, kuruluş, nosyon ve hatta yasa dışı örgütler kurmuşlardır. Bu minvalde terör örgütlerinden dahi faydalanarak dünya nizamına istedikleri şekilde yön vermek isteyen bu derin yapılar söz konusu bu dünyevi araçların yanında ezoterik birçok bilgi ve kaynaktan faydalanmaktadır. Bu doğrultuda bu haftaki yazımda çağlardır tartışılan Armageddon Savaşı ve bu kapsamda özellikle Arap Baharı sonucunda Ortadoğu'da yaşanan gelişmeleri kaleme almak istedim. Bilindiği üzere Mehdi-Deccal inanışı yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’de net bir şekilde geçmemesine rağmen gerek Şii gerekse Sünni âleminde defalarca yorumlanmıştır. Ayrıca Tevrat ve Avesta gibi kitaplarda da temel düzeyde böyle bir inanış ifade edilmiştir. Nitekim böylesi bir inanış Hıristiyanlık ve Musevilikte de dile getirilerek Mesih'in yeniden zuhur edip Deccal ile mücadele edeceği dile getirilmiştir. Yani her inanış Mehdiyet anlayışına farklı anlam yükleyerek kendi inanışları zaviyesinde yorumlamıştır. Özellikle savaş dönemlerinde daha sık gündeme gelen bu inanış, Körfez ve Vietnam Savaşları'nda popülerlik kazanmıştır. Peki böylesi bir ruhani ezoterizme, seküler dünyada bu denli önem atfedilmesinin altında neler yatmaktadır? Ortaya çıkarılan Işid gibi örgütlerin ve yaşanmakta olan vekâlet savaşlarının amacı ne? Günümüzde yaşanan savaşlarla gerçekleştirilmek istenen 3. Dünya Savaşı sonucunda bizleri neler bekliyor? Peygamber Efendimizin Yemen'de olay patladığında Şam'a gidin hadisi ile bugün Suriye'de yaşananlar arasındaki bağlantıyı nasıl yorumlamamız gerek? Ve en önemlisi bunları sunan üst akıl neyi planlıyor? Bilindiği üzere 11 Eylül Hadisesi ile başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyada geri döndürülemez bir süreç başlatılmıştır. Nitekim Neo-Con destekli bir evanjelist olan ABD eski başkanı G. Bush, Irak ve Afganistan’a yapılan operasyonları yeni bir Haçlı Seferi olarak ifade etmiştir. Bugün herkes yapılan bu işgalin petrol ve İsrail'in bekaası için olduğunu biliyor. Ancak sizce tek neden bunlar mıydı? Saddam'ın kaybolan ordusunun siyahlara bürünerek İslam'ın sözde hamiliğini üstlenmesinin ve bugün yaşanan sürecin sonunda planlanan medeniyetler çatışması (dinler savaşı) hangi yapı ve düşüncenin ürünü? B. Obama gibi ABD tarihinde WASP (White-Anglo Sakson-Protestan) olmayan birini Başkan yaparak dünya kamuoyunda oluşan karşıtlığı gidermek isteyen ABD üst idaresi, Obama'nın ardından yönetime gelen D. Trump'a karşı neden bu denli düşman? Bunun sorunun cevabını eski başkan yardımcılarından Dick Cheney'nin şu ifadelerinden anlamak mümkün... Ne demişti Dick? Obama'yı son derece yetersiz görüyoruz. Bu yüzden Neo-Conlar yeniden iktidara gelecek. Yani H. Clinton... Ancak bu sefer planları tutmadı. Fakat yanlış anlaşılmasın!!! Trump'ın da melek olduğu iddiasında asla değilim. Ehven-i şer derler ya… Yani kötünün iyisi işte aynen o kanıdayım. Bu arada Trump demişken sahi hiç merak etmediniz mi? Daha ilk günden Trump ve Çin yönetimi arasında soğuk bir savaş başladı. Konudan sapmamak için şu kadarını diyeyim... Hani hep bahsettiğim o derin yapılar var ya küreselciler, işte onların yeni durağı artık Asya'nın yükselen değeri Çin. Öyle ki hem ABD hem de Vatikan'a karşı Çin'i, Doğu Roma olarak öne sürme çabasındalar. Yani diyeceğim şu ki yaşanan bu süreçleri sadece enerji güvenliğinin sağlanması ya da Ortadoğu’da kendilerine yeni müttefikler oluşturma çabası olarak görmek yetersiz bu çözümleme olacaktır. Birçok defa dile getirdiğim gibi bu yapılar gerektiğinde kutsallarımızla dahi oynayarak kendi müesses nizamlarını yerleştirme amacındadırlar. Ve bunları yaparken birçok hadis ve rivayetleri kaynak almaktadırlar. Bir düşünün... Sizce İsrail, Arabistan'ın tarım politikasıyla neden bu denli ilgili? Kendi vatandaşlarına domates, biber ithal etmek için mi? Tabi ki bunun da etkisi vardır ancak Peygamber Efendimizin Arabistan yemyeşil olmadan kıyamet kopmayacak hadisinin de önemini bilmek gerek... Arabistan'ın son dönemlerde Türkiye ile yakınlaşmasını dahi bu kapsamda ele almak mümkün. Çünkü Arabistan’ı Sünni ve Şii olarak bölmenin, Mekke'nin ise Vatikan gibi ayrı bir devlet olarak ayrıştırılmasının planları yapılıyor. Bu noktada Türkiye'nin öneminden bahsetmek gerek. Türkiye gerek jeo-politik gerekse jeo-kültürel bakiyesiyle özelde bölge, genel anlamda ise dünya zaviyesinden son derece önemli bir aktör konumunda olmuştur. Öyle ki yıllardır üzerinde oynan oyunlar ve yürütülen politikalar ile Müslüman âleminden kopma sürecine sokulan Türkiye, ne zaman bu raydan çıksa balans ayarına tabi tutulmuştur. Said Nursi Hazretleri’nin demiş ya İslam’ın yükselişi Arap’ın uyanmasına, Arap’ın uyanışı ise Türk’ü tanımasına bağlıdır diye işte buradan hareketle Müslüman alemi arasında birlik ve dirliğin oluşmaması için her şeyi yapan bu yapılar Anadolu ve Ortadoğu'nun balkanizasyonunu sağlamak istemektedirler. Batıni açıdan Anadolu ve Türkiye'yi bu denli önemli yapan durumlardan biri de onların Armageddon, Müslüman aleminin ise Melhame-i Kübra dediği kıyamet savaşının Amik Ovası bölgesinde gerçekleşeceği düşüncesidir. Öyle ki bu topraklar üzerinde seksen tümen Deccal ordusu ile 80 tümen Mehdi ordusunun çarpışacağı ifade edilmektedir. Bu savaşın, inanışlara göre Ehrimen ile Ahura Mazda ya da Mehdi ile Deccal arasında olacağı dile getirilse de sonuç itibariyle temelde din ile dinsizliğin savaşı olacağı açıktır. Velhasıl diyeceğim; yeni bir dünya düzeni kurmak isteyenler bir yandan siyasi, ekonomik ve askeri kaynakları kullanırken diğer yandan kutsal kitaplarda geçen ifadeleri kendi düşünce ve çıkar olgularına göre evirmeye çalışmaktadırlar. Öyle ki ABD eski Genelkurmay Başkanlarından Limod, yeni dünya düzeninin tesis edilmesi için Irak, İran, Ürdün, Lübnan, Suudi Arabistan, Libya ve Suriye gibi ülkelerin yıkılacağını ifade etmiştir. Görüldüğü üzere amaç ve planlar artık açık bir şekilde sözlere dökülmektedir. Bir başka örnek daha verilecek olursa; çoğumuzun defalarca izlediği ‘‘Yüzüklerin Efendisi’’ filmindeki Hobitler ile topraklarını geri kazanarak dünya hükümranlığını ele geçirmek isteyen Siyonist düşünce arasındaki bağlantı dikkate değerdir. Özetle; hani hep diyoruz ya Yahudi lobisi ABD üzerinden konumunu sağlamlaştırmaya çalışıyor diye aslında bu durumun da ötesinde Yahudiler artık kendilerine vaat edildiğine inandıkları toprakları (Arz-ı Mevud) ele geçirmenin hesaplarını yapmaktadırlar. Öyle ki İsrail Başbakanı B. Netenyahu bu plan için tüm dünyadaki çocuklarına ülkenize dönün çağrısı yapmaktadır. Sonuç olarak diyeceğim yaşadığımız bu süreçlerin hiçbiri tesadüf ya da günün gerekliliklerinden dolayı oluşmamıştır. Hepsi asırlar boyunca ince ince hesaplanarak uygulamaya konan planlardır. Öyle ki Aziz Malaki ve Nostradamus'un kehanetlerini doğrularcasına gerçekleştirilen Papa Benedictus'un istifasından tutun da Işid'in ortaya çıkarılmasına kadar hepsi çok tehlikeli bir aklın ürünleridir. Ve bu akıl, fitneyi öylesine ileri götürmektedir ki tabiri caizse Allah'ı kıyamete zorlamaktadır. Yaşanan insanlık dramları, Kabe’nin Işid tarafından yıkılacağı iddiaları hepsi aynı aklın sinsi plan ve tuzakları... Ancak ne mutlu ki hepsinin unuttuğu bir gerçek var... O inkâr edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek (çıkarmak) için tuzak kuruyorlardı. Ve onlar, bu tuzağı kuruyorlarken; Allah da tuzak kuruyordu. Ve Allah, tuzak kuranların (karşılık verenlerin) en hayırlısıdır (Enfal/30).

HAKSIZ MIYIM?

Bildiğiniz üzere Reina saldırısı akabinde birçok görüş ve komplo teorileri ifade edildi. Teyit edilmiş, edilmemiş bilgiler başta sosyal medyada olmak üzere dilden dile dolaştı. Terör örgütü militanının Uygur Türk’ü ya da Afgan olduğundan tutun da tek ya da birkaç kişi olduğuna dair pek çok söylenti yayıldı. Öncelikle şu Uygur Türkü’nü unutun. O sadece “günah keçisi”. Zati onun görevi dikkatleri üzerine çekmek ve istihbarat örgütlerini peşinden koşturup, asıl saldırganın kaçmasını sağlamaktı. Bir noktada da başarılı oldukları söylenebilir. Ancak emniyet birimleri özverili bir çalışmanın akabinde faili canlı ele geçirdiler ve böylece olayın biraz daha derinine inilebilinmesinin yolu açıldı. Bu gerçekten sevindirici bir durum… Ancak bu noktada dikkat edilmesi gereken bir nüans; teröristin diğer pek çok DEAŞ teröristinin aksine bir intihar eyleminde bulunmayışı ve hatta polislere ‘‘Beni öldürmeyin’’ diye seslenmesi… Yani neresinden tutarsanız tipik bir terör eylemi ve teröristten farklı bir seyir yaşanmakta. Terörist Abdulkadir Masharipov her ne kadar asıl hedefinin Taksim olduğunu ancak alınan güvenlik tedbirleri nedeniyle yönünü Ortaköy’e (Reina) çevirdiğini ifade etse de ben bu itirafı samimi bulmadım. Çünkü bana kalırsa bu eylem çok daha derin yapılar tarafından aylarca önceden planlanmış ve hem iç hem de dış destekli bir eylemdi. Nitekim medyada da uzun bir süre teröristin bu eylemi tek başına yapamayacağı ve bazı kişiler ve yapılarca desteklendiği işlendi. Bu noktada benim de olayın ilk günlerinden itibaren kafamı kurcalayan bir isim var. William Jake Raak… Nam-ı diğer Jacop… Tanıdık geldi mi? Ben söyleyeyim. Hani Reina saldırısı sonrasında ‘‘hafif’’ yaralanan, ülkesine dönerken Türkiye’yi çok sevdiğini ve tekrar geleceğini söyleyen ABD’li vardı ya işte ondan bahsediyorum. Size de biraz kurmaca gelmedi mi? Ya da şöyle sorayım? Bu ABD’liden başka Arabistan, Irak ya da Ürdün’e dönen bir yabancıyı gördünüz mü ekranlarda? Peki kim bu adam? Küçük bir kasabada küçük bir işletme sahibi olarak görünen W. J. Raak, aslında Pennsylvania’da askeri malzeme üreten bir firmanın yönetim kurulu başkanı ve eski bir deniz piyadesi. Hatta bazı yabancı kaynaklara göre ise Raak’ın başında olduğu bu savunma şirketi insansız hava araçlarına donanım ve parça üretmekteymiş. Hatırlayın ne diyordu? ‘‘Bilmiyorum elinde AK-47 olan tek kişi vardı. Ateş edip saklanıyorlardı.’’ Şimdi burada tek kişi dedikten sonra saklanıyorlardı demesine mi şaşalım yoksa o cendere anında AK-47 model silahı tanıyabilmesine mi? ‘‘Sende abarttın yahu!’’ dediğinizi duyar gibiyim. O zaman bir de buradan yakın!!! Jacop’un ABD dönüşünde kare kare poz verdiği şapkasının üzerinde yazan ‘‘National Ground Intelligence Center’’ ABD kara kuvvetlerinin istihbarat toplayan merkezinin adı olmasın? Sahi bir de Amerikan konsolosluğunun ‘‘uyarısını’’ hatırlar gibiyim. Ne diyorlardı? Turistlerin gittiği restoranlarda terör tehlikesi… Eski Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, Reina saldırısıyla ilişkin bir gazeteye konuştu ve “saldırganın içerden yardım aldığı kesin” dedi. Nitekim son iddialarda tek bir saldırgan olmadığı söyleniyor. İçerideki görgü tanıklarının söylediklerine göre; saldırgana destek verenler var. Zaten failin bunca zamandır yakalanmamasından sonra, gerek olay anı gerekse sonrasında bazı yapılardan destek gördüğü kesin. Öyle ki ben ilk günden beri teröristin ‘‘safe house’’ denen evlerin birinde himaye edildiğini düşünenlerdendim. Yalnız şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Bu her ne kadar DAEŞ saldırısı gibi görünse de klasik anlamda bir DAEŞ saldırısı değil. Evet… DAEŞ militanınca yapılmış olabilir ve hatta özel bir gün ve özel bir mekân seçilerek bazı mesajlar da verilmiş olabilir. Ancak bunların ötesinde Reina saldırısı, aynı zamanda bir suikast eylemi olabilir. Çünkü terör eylemlerinde spesifik bir neden yoksa saldırı sonrasında yaralananlar kafalarına sıkılarak infaz edilmez. Ancak Reina saldırısında kurtulan Suudlu Hasan Kaşıkçı “İçeride saldırıyı 1’i kadın 3 kişi yaptı ve saldırganlardan biri yaralıların kafasına sıktı’’ dedi. Bunun yanı sıra öldürülenlere şöyle bir göz atıldığında; içlerinde Ürdün’ün en zengin işadamlarından Muhammed el-Sarraf gibi isimlerin olması şüphelerimi arttıran unsurlardan biri. Ayrıca yaklaşık bin kişinin olduğu mekânda ne hikmetse ölenlerin büyük bir kısmı Arap zenginleri… Verilen dini motifli mesajların yanında acaba Arap işadamlarınca Türkiye’ye yatırım yapılmasın diye Araplar özellikle hedef seçilmiş olabilirler mi? Ya da Suriye sorununda Araplara kapılarını açan Türkiye’yi eski bakiyesi ile bütünleştirmemenin hamlesi? Velhasıl diyeceğim şeytanın avukatlığını yapmakta sizce haksız mıyım?...

DİNLER ARASI DİYALOG ve MEDENİYETLER ÇATIŞMASI

Kötü bir yılı gerimizde bıraktık. Tüm dünyayı saran terör, menfur yüzünü en çok Türkiye’de gösterdi. Yeni yıla yeni umutlarla girildiği saatlerde ne yazık ki dehşet bir terör saldırısıyla yeniden karşı karşıya kaldık. Suriye topraklarında teröre karşı yürütülen faaliyetler ne yazık ki ülkemize böyle haince yansımakta. 2017’nin ilk saatlerinde gerçekleştirilen bu saldırının hedef ve mesajı çok açık… Ve bu mesaj sadece Türkiye’ye değil Rusya başta olmak üzere birçok ülkeye verilmekte. Yeni yıldan yeni umutlar beklemeyin… Biz buradayız… Olayın teknik ve sayısal bilgilerine değinmek istemiyorum. Zaten günlerdir konuşulan belli belirsiz pek çok söylenti var. Burada önemli olan tarihsel arka planını ve asıl amacı idrak edebilmek. Nitekim tüm bu olayların mozaikleri yerli yerine oturunca büyük resmi görmek inanın çokta zor değil. Çok daha gerilere götürmek mümkün olmakla birlikte bu habis olaylar silsilesini 11 Eylül 2001 gününde aramak lazım. Bilindiği üzere Dünya Ticaret Merkezi’ne (İkiz Kuleler) ‘‘İslami’’ radikal bir terör örgütü tarafından yapılan saldırı sonucunda ‘‘Yeni Dünya’’ düzeni için düğmeye basılmıştır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından ‘‘yeni düşman’’ olarak lanse edilen radikal İslam (Yeşil Tehlike) esasen bir tehditten öte Ortadoğu’ya giriş anahtarıdır. Belirsiz ve konumsuz bir kavram olan teröre karşı savaş açan ABD idaresi, BM meşruiyetinden yoksun olmasına karşın önce Afganistan sonra da Irak’a girmiştir. Teröre karşı ‘‘Ya bizimlesiniz ya da teröristsiniz’’ diyen Neo-Con destekli Bush yönetimi, teröre destek verdiğini iddia ettiği Saddam yönetimini devirerek milyonlarca Müslüman’ın ölümüne yol açmıştır. ABD kuvvetlerine en ufak bir mukavemet göstermeyen ve bir anda ortadan kaybolan Saddam’ın komutanlarının ise şuan ki DAEŞ yöneticileri olduğu dile getirilmekte. Yani Batı aklı, tek bir hamleyle birden çok kazanç sağlayacak hamleleri sağlamaktadır. Günü kurtaran değil 50-100 yıl sonrasının planlarını oluşturan bu yapı inanın sadece ABD dairesi değil. Bu öyle bir yapı ki düşünce sistemimizi alt üst eden, kavramlarımızı değiştiren ve hatta kutsallarımızla oynayan bir yapı… Dinler arası diyalog, medeniyetler ittifakı, küresel barış iklimi, ortak evrensel değerler… Kulağa ne kadar da hoş geliyor değil mi? Oysaki hepsi kanlı bir stratejinin maskeli halleri… Hepsi misyonerliğin yeni soluğu… Ve hepsi Haçlı Seferleri’nin modernize hali… İnanın bize laiklik dersi vermeye kalkanlar, Makyavelist bir tutumla amaçlarına ulaşmak için dini en çok istismar edenler. Öyle ki Vatikan ve Evanjelistler, hedef ülkeleri din ile aldatarak yönlendirmeye çalışmaktalar. İşte dinler arası diyalog böyle ilerliyor. Afrika ve Ortadoğu’da milyonlarca insan ölürken susanlar Vatikan’da ağırlanıyor… Papa ya da Ekümenik Patriki Bartholomous’u ölen Müslümanlar için bir tören yaparken gördünüz mü? Göremezsiniz… Çünkü onların amacı dile getirdikleri gibi diyalog ya da kardeşlik değil tamamen kendi düşünce ve inanç sistemlerinin şamil olduğu bir dünya devleti kurmak. Kilise’nin üç bininci yıl hedeflerinde açıkça yer alan bu hedefler sadece teoride değil uygulamaya da geçirilmiş durumda. Öyle ki yıllardır dünyanın birçok bölgesine gönderilen misyonerlerce sondaj çalışması yürütülüp, bölgelerin dinamikleriyle oynanmaya çalışılıyor. Modern Müslümanlık gibi kavramlarla din elbisesinin bedene göre yeniden biçilmesi gerektiği ifade ediliyor. Din Allah’ın değil de sanki onlarınmış gibi… Sonuç olarak diyeceğim amaçlarını gerçekleştirmek için gerekirse şeytan ile aynı çuvala girebilecek bu yapılar işlerine geldiğinde diyalogla işlerine geldiğinde çatışmayla istediklerini elde etmek için her şeyi deniyorlar. Bir yandan terör örgütleri ile İslam’a kötü imaj verirlerken diğer yandan yumuşak güçleri ile İslam’ı yeniden şekillendirmek istiyorlar. İslam alemini parçalanmış yapılar olarak düzenleyerek kendi güçlerini pekiştiren bu yapılar böylece kurmak istedikleri yeni düzenin harcını karıyorlar. Yani bu yapılar amaçlarını gerçekleştirebilmek için durmadan çalışıyorlar. Bunun karşılığında biz ise mezhepsel ve etnik kavgaların içine sürükleniyoruz. Bizi biz yapan değerlerin zenginliğini görmemekte ısrar ediyoruz. Velhasıl diyeceğim Dış İlişkiler Konseyi üyesi S. Hungtington’un açık bir şekilde beyan ettiği gibi bir medeniyetler çatışması başlamıştır. Sovyetler tehdidinin bertaraf edilmesinin akabinde gözünü Ortadoğu ve Asya’ya çevirenler bu doğrultuda yeni bir düzen kurmak istiyorlar. Bunların hangi görüş ve inanca hizmet ettiği ise başka bir yazının konusu. Ancak dediğim bu konsey üyeleri ve kurucularının kim olduğuna şöyle bir göz atarsanız bu dediklerimin gerçekliğini siz de görebilirsiniz.

BAŞKANLIK ve BAŞKALAŞIM

Kısa bir aranın ardından yeniden merhaba. Eminim birçok yurttaş gibi sizde şu soruyu soruyorsunuzdur… ‘‘Yahu nedir bu başkanlık sistemi?’’ Öz bir şekilde ifade edilecek olursa başkanlık sistemi; kuvvetler ayrılığı prensibini sert bir şekilde tatbik eden, kuvvetleri birbirine kontrol ettirmekle beraber icra organının üstünlüğünü sağlayan temsili bir hükümet biçimidir. Sizce Türkiye bu sisteme uygun mu? Yoksa parlamenter modelde devam etmek mi daha akılcı? Bildiğiniz gibi uzun zamandır tartışılan sistem değişikliği hususunda AKP ve MHP önemli bir sürece girdi. Peki, bu uzlaşı paketinde neler var? CHP’nin iddia ettiği gibi diktatörlük mü geliyor? Ülke gerçekten bölünecek mi? Yoksa mevcut sistemin tıkanıklığına gerçekten bir çözüm mü bulunacak? Bu noktada tarafsız olmak ve partizanlığı bir kenara bırakmak gerekiyor. Hele ki geçtiğimiz şu zorlu günlerde herkesin sadece ülke geleceğini düşünmesi elzem. O yüzden her iki tarafın iddia ve görüşlerini elimden geldiğince değerlendirmeye çalışacağım. Öncelikle hepimizin bildiği üzere başkanlık sisteminin hamisi olarak ‘‘süper güç’’ yani ABD karşımıza çıksa da başkanlık sistemine geçince ABD gibi olacağımızın garantisi yok. Evet… Büyük bir devlet olmak için Türkiye maddi ve manevi birçok olanağa sahip ancak bunun yolu sadece sistemden geçmemekte. Nitekim başkanlık sisteminin olduğu Afganistan, Liberya, Meksika, Sudan, Kenya, Arjantin gibi gelişmemiş birçok ülkenin durumu malum. Yani çiçek aynı olsa da toprağı farklı olduğu için güzelliği aynı olmayabilmekte… Ancak diğer cenahın iddialarının da mutlak doğru olduğu söylenemez. Örneğin özellikle CHP tarafından dile getirilen ülke bölünüyor söylemi gerçekçi değil. Çünkü ülkelerin bölünmesinin sistem ile fazla bir alakası yoktur. Olsa bile başkanlık sisteminin uygulandığı pek çok ülkede bölünme olmamasına karşın parlamenter sistemle yönetilen bazı ülkeler bölünmüştür. Kanıt isteseniz buyurun size SSCB, Yugoslavya ve Çekoslovakya örneklerine bir göz atın derim. Bir diğer itiraz ise parlamenter sistemin üniter yapı ile uyumlu olduğu ve bu yeni sistemle beraber federalizme geçilmesinin zorunlu olduğu argümanıdır. Almanya'da parlamenter sistem var. Ancak Almanya bir federal cumhuriyet... Yani başkanlık sistemi geldiğinde federalizme geçilecek diye bir olgu söz konusu değil. Peki bu meşhur başkanlık sistemi ile gerçekten Türkiye demokrasi rayından çıkıp tek adamlık ve diktatörlüğe mi evirilecek? Başkanlık sistemi ile tek adamlığa geçilmeyecek belki ama yürütmenin gücü elinde toplayacağı da bir gerçek. Çünkü başkanlık sisteminde yürütme doğrudan halk tarafından seçilen başkanın eline geçmekte ve başkanın yasamaya karşı sorumluluğu olmamaktadır. Ancak ABD modelindeki gibi bir ‘‘oto-kontrol’’ sistemi oturtulabilirse bunun da önüne geçilebilir. Nasıl mı? Yasama ile yürütme arasında kurulacak etkin bir ‘‘denge-fren’’ mekanizması sayesinde… Demin de bahsettiğim gibi bu sistemde yetki yürütmenin elindedir ancak unutulmamalıdır ki yürütme yapacağı önemli atamalarda yasama ile uzlaşmak ve onayını almak zorundadır. Yani Başkan, Meclis’in onayını almadıkça atamaları yapamaz. Başkanlık modelinde en çok endişe edilen hususlardan birisi de yargının nasıl işleyeceği konusudur. Kuvvetler ayrılığının berhava olması ve böylece mülkün temeli sayılan adalet nosyonunun paralelize edilmesi istisnasız her akşam TV’lerde dile getirilmekte… Eğer yeni modelimizde yargı sistemi ‘‘ABD’ninkine benzeyecekse’’ en azından bu konuda hiç korkmayın derim. Çünkü ABD’de yargı ve özellikle Yüce Mahkeme son derece güçlü bir yapıya sahiptir. Nitekim Yüce Mahkeme bir yasanın anayasa aykırı olduğuna karar verirse o yasanın uygulanması imkânsızdır. Yani Yüce Mahkeme, Anayasa’nın koruyucusudur. Velhasıl… . Tarih ve sosyolojiden öğrendiğim kadarıyla; sosyo-ekonomik ve siyasi gelişimini sağlıklı biçimde tamamlayamayan toplumlarda demokrasi sık sık kesintiye uğramaktadır. XXI. asrın içinde bulunduğumuz şu günlerde gönül isterdi ki hükümet sistemi ve Anayasa meselesini halletmiş bir ülke olsaydık. Ne var ki, yüz yılı aşkın bir süredir bu memleket hep Anayasa (1808 Sened-i İttifak, 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu, 1876 Kanuni Esasi, 1921-24 Teşkilat-ı Esasiye Kanunları, 1961 ve 82 Anayasaları) ve sistem tartışmasıyla meşgul edilmiş ve hiçbir neticeye de varılamamıştır. Maalesef bu durum bugün de devam etmekte, öz ile değil sansasyonel ve kısa vadeli durumlarla ilgilenilmektedir. Konu; mevcut Cumhurbaşkanı ile göz önüne alınarak tartışılmakta, gelecek ile ilgili net ve yararlı görüşler ifade edilmemektedir. Oysa mesele Cumhurbaşkanı’nın otoritesini arttırmak ya da iktidar partisini daha da güçlendirme meselesi değil. Mesele Türkiye’nin meselesidir. Çünkü dünya üzerinde hiç bir parti ya da hiç bir lider yoktur ki ilelebet iktidarda kalsın. Bu nedenle tek yapmamız gereken erdemli bir tarzla halkın refahını arttıracak politikalar geliştirmek ve kendimize en uygun sistemi üretmektir. Umarım Türkiye bu sefer söz konusu sistem tartışmasında bir uzlaşı noktası bulup, nihai neticeye ulaşabilir…

YOK MU BU UĞURSUZ GECENİN SABAHI?

Ya Rab yok mu bu uğursuz gecenin sabahı? Mahşerde mi yoksa, biçarelerin felahı? . Halep ordaysa arşın burada demişler… Eskilerin mutlaka bir bildiği vardır ancak inanın Halep de burada. Cetvelle çizilen sınırlarımıza rağmen yanı başımızda. Bilindiği üzere Tunus’ta bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla başlayan Arap Baharı, milyonlarca insanı yurdundan hatta canından etti. Bu hazin sürecin en kanlı kertesi ise halen Suriye’de yaşanmakta… Terör örgütlerinin kol gezdiği Suriye’de her gün onlarca çocuk can veriyor. Amerikan Başkanı seçilen Trump’ın göreve gelmesiyle Suriye’de beklenen politika değişikliği nedeniyle taraflar o zamana kadar en büyük avantajı elde etme derdinde. Bu durum ise Suriye’ye daha fazla kan, gözyaşı ve ölüm olarak yansımakta. Günlerdir Halep’te bir insanlık faciası yaşanıyor. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov fütursuzca tüm dünyanın ve ‘‘Müslüman Aleminin’’ gözlerinin içine baka baka Halep’i bombalamaya devam edeceklerini söylüyor. Ve ne yazık ki kimsenin kılı dahi kıpırdamıyor. Yani Halep bitiyor! Halep tükeniyor! Halep ölüyor! Bir zamanların Halep çarşısı, ipeği, kumaşı artık yok!… Ve en acısı Halep’te bu aralar insanlık denen kavram yok!... Halep’e inen her bomba sadece evleri yıkıp masum insanların canını almıyor. Aynı zamanda adına ‘‘evrensel değerler’’ denilen büyük yalanın da sonunu hazırlıyor. Demokrasi, insan hakları, özgürlükler, çok kültürlülük gibi kavramlalar dünyaya nizam ve akıl verenler Halep’te neden suskunları oynuyorlar? Cemil Meriç’in dediği gibi namussuzluğa sessiz kalanlar da bir o kadar namus yoksunu değil mi? Dilsiz şeytan değil mi zulme sessiz kalanlar? Ha birde Birleşmiş Milletler diye sözde dünya ülkelerinin bir şemsiye organizasyonu var ya onun da sadece zalimlere hami olmaktan başka bir şey olmadığını bizlere gösteriyor. Batı’ya laf edeceğine önce dön de kendine bak der gibisiniz… Haklısınız hem de sonunu kadar haklısınız… Biz Müslüman alemi gaflet derecesinde bir uykudayız sanki… Öyle bir uykuya daldık ki; cehennemde uyandık!... Koca İslam ümmeti günahsız çocukların kanı akarken neden bu kadar kayıtsız? Şimdinin sefa düşkünleri!... İnanın bu bela gelip sizi de bulacak, bu yılan dönüp sizi de sokacak!... Halepli çocukların gözyaşları akmaya devam ettikçe hiçbirimiz masum değiliz… Müslümanlar olarak onları koruyamıyorsak, Halepli çocukların gözyaşlarını dindiremiyorsak inançlarımızdan şüphe mi etmeliyiz acaba? Bizim elimizden ne gelir dememeliyiz. Herkesin elinden bir şey gelir… Gelmelidir!... Üstat Akif’in dediği gibi; Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem… Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem… Biri ecdadıma saldırdı mı, boğarım… (Boğamazsın ki…) Hiç olmazsa yanımdan kovarım!... Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu.

OHAL’de GÖRÜŞÜRÜZ…

Avrupa Parlamentosu (AP) Türkiye ile müzakereleri geçici olarak dondurma tasarısını kabul etti. 37'ye karşı 479 oyla... OHAL uygulamalarını bahane ederek... Karar sizce samimi mi? Türkiye'nin AB ile yaşadığı krizi açıklamak için birçok sebep sıralayabiliriz: 2008 ekonomik krizi… Mülteci korkusu… AB içinde aşırı sağın yükselişi… Brexit ve Türkiye'nin üç yıldır yaşadığı türbülans… Ve en son OHAL uygulamalarının Avrupa'da Türkiye karşıtı kampanyada kullanılması... Aslında bunun gibi daha birçok neden söylenebilir ama hepsinin çıkacağı tek yol var. Onlardan olmamamız... Siz bunu ister medeniyet olarak ister din olarak anlayın. Sonuç olarak onlardan değiliz. Olamayız. Olmamalıyız da… Zati radikal garpçılık düşkünlerini bir kenara koymak kaydıyla batılılaşma merakımız batıdan sakınmak amacıyla değil miydi? Osmanlı, Tanzimat ile başlattığı batılılaşma hamlelerini zorunluluk sebebiyle yapmadı mı? Batılı anlamda bir askeri modernizasyon batıdan korunmak için değil miydi? Azınlıklara verilen haklar, Tanzimat ve Islahat Fermanları Osmanlı’yı Avrupalılaştırmak hamlesi miydi? Yoksa parçalamanın ilk adımları mı? Hasta Adam ilan ederek ‘‘ölümle tedavi’’ etmeye çalıştıkları Osmanlı’dan bu yana bu topraklarda gizli plan ve antlaşmalar yürüten Batı, işine geldiğinde azıklıkların eşitlik ve hürriyetleri için bizi kuşatmadı mı? 1856 Paris Antlaşması ile Osmanlı’yı kendilerinden olduğunu söylemelerine rağmen kapitülasyonların devamını isteyen Avrupa değil miydi? Akif’in tek dişi kalmış canavar dediği onların medeniyeti değil miydi? Ve hepsinin kadife meşruiyet kaynağı ‘‘demokrasi’’ değil miydi? Yaptığım okumalardan ve aldığım ‘‘derslerden’’ anladığım tarih gerçekten tekerrürden ibaret… Olay ve döngü tamamen aynı, sadece aktörler değişmekte. Bir düşünün… Türkiye’yi cehennem olarak ifade edenler yeni dönemin Ali Suavi’si, Rıza Tevfik’i değil mi? Geçmişte bir karış toprak koparamadıkları için Abdülhamit’i Baykuş ilan edenlerin nesli değil mi şimdikiler? Prens Sabahattin’e adem-i merkeziyetçiliği ‘‘üfleyerek’’ öz dayısına düşman edenlerden ne farkı var şimdinin ‘‘demokrasi prenslerinin?’’ Çırağan Baskını’nın 15 Temmuz’dan farkı ne? Ve biz… Biz değil miyiz çareyi hep batıdan bekleyen? Ve biz değil miyiz her defasında üzülen? Peki biz ne mi yapmalıyız? Artık medeniyetlerin çatıştığı bu çağda kendi medeniyetimizi ‘‘muasır medeniyetler’’ düzeyine çıkarmaktan ziyade, kendi muazzam medeniyetimizin farkına varmalı ve ona uygun yaşamalıyız. Velhasıl… Biz artık biz olmalı ve bizden olanla yola çıkmalıyız.
BİRAZ HUZUR…

Bir şehir düşünün bomba sesiyle uyanan…
Bir şehir düşünün sürekli kanayan…
Bir şehir düşünün huzura hasret…
Bir şehir düşünün barışa hasret…
.
Diyarbakır…
Senden ne isterler ?
Keşke o görkemli surlarınla bunu sorsan
Sana bunu yapanlara bir bent gibi engel olsan
.
Geçen hafta Bağlar ilçesinde patlayan bombanın ardından gidip görmek istedim oraların halini. İnsanlar balkonlarına astıkları çamaşırları bile toplayamadan göç etmek zorunda kalmış. Esnafın gözlerinde hem keder hem endişe… Ve bir o kadar da öfke…
Valilik olayın ardından PKK’nın bir fraksiyonu olan TAK (Kurdistan Özgürlük Şahinleri) tarafından gerçekleştirilen bir terör eylemi olduğunu ifade etmesine rağmen DEAŞ (Irak-Şam İslam Devleti) yayın organı olan Rumiyah’ta saldırıyı üstlendi.
İşin aslına bakarsanız kimin yaptığı umurumda bile değil !... Amaç ve ideolojisi ne olursa olsun insan canı ve malına kasteden her eylem her organizasyon menfurdur.
Bu halkın canını yaktıktan sonra ne fark eder ki?
Düşünün…
Bir insan hayatı boyunca zorluklarla çalışmış, yarı aç yarı tok bir halde yaşamış ve kenara attığı üç beş kuruş ile başını sokabileceği bir ev almış. Tüm sığınağı, dayanağı, dikili ağacı bir o ev olmuş. Her şeyin ötesinde yuvası olmuş. Ama bir sabah o yuvasından göç ediyor.
Bir anne düşünün az önce okula yolladığı yavrusundan bir bomba sesiyle kopuyor.
Bir çocuk düşünün babasına daha doyamadan yetim kalıyor. Geleceğimiz denen o çocukların geleceği karartılıyor.
İnanın bende sizin gibi hep soruyorum…
Ne için?

Ne için olduğu sayfalarca, günlerde anlatılabilir ama bu halk için olmadığı kesin.