10 Kasım 2017 Cuma

ERCAN FAZLA YÜKSEL'MİŞ

Öncelikle 10 Kasım münasebetiyle Gazi M. Kemal ATATÜRK’ü anıyor, küçülerek büyüyen bir ülke olan Türkiye için yaptıklarından ötürü şükranlarımı sunuyorum. Hasta yatağındayken, kendisini ‘‘tedavi’’ etmeye çalışan doktora vermiş olduğu ÖKE (Özgürlük, Kardeşlik, Eşitlik) soyadı ile bizlere iletmek istediği mesajı tüm ruhumuzla idrak edebilmemizi temenni ediyorum. Bildiğiniz üzere Diyarbakır Büyükşehir Belediye başkanı Gülten Kışanak ve eş başkan Fırat Anlı’nın 31 Ekim 2016 tarihinde tutuklanmalarından sonra Etimesgut Kaymakamı Cumali Atilla, Diyarbakır Belediyesi’ne kayyum olarak atandı. Belediyecilik hizmetini belki de en çok hak eden şehirlerden biri olan Diyarbakır’ın, Hükümet için de ne denli önemli olduğunu söylemeye gerek yok. Bu nedenle orijini bürokrasiden gelen Sayın Atilla’ya yardım etmesi için Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan tarafından bir ekip görevlendirildi. Bu doğrultuda 11 Kasım 2106 tarihinde Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne danışmanlık yapmak bilgi ve birikimlerini aktarmak üzere görevlendirildi. Karaosmanoğlu, çalışma ekibini de şehrimize göndermekten kaçınmadı. İster görev ve vatan aşkı diyin, ister Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan korkusundan diyin, geldikleri ilk günden itibaren çalışmaya başladılar. Buraya kadar her şey güzel. Nitekim bu güzellikleri yazmak için Kocaeli’nden gelen yazar Yüksel Ercan, şehrimizde yapılan çalışma ve iyileştirmeleri kaleme almış. Almış almasına da biraz abartmış. Öyle de abartmış ki, şehrimizi inciten cinsten. Su ve elektrik abonelikleri olmadan lüks dairelerde oturulduğunda tutun da Diyarbakır’daki belediye ekibinin hiçbir can güvenliğinin olmadığını, çarşı pazarda dolaşamadıklarını ifade etmiş. Oysaki Sayın Başkan ve ekibini gittiğim çoğu mekânda görüyorum. Halkla ile de ilişkileri iyi, selamlaşıp, hal hatır sormadan es geçmiyor kimseyi. Ercan, yazısının devamında belediye ekibinin açık hedef olduklarını belirtip ailelerini dahi şehrimize getiremediklerini yazmış. Burada doğrudan açık hedef olup görevini yapan güvenlik güçleri aileleriyle gelebiliyorken, zannımca belediye görevlileri de ailelerini getirebilir. Unutulmamalıdır ki, İstanbul, Ankara ya da Kocaeli ne kadar güvenilirse, Diyarbakır’da o kadar güvenilirdir. Velhasıl gönül isterdi ki, yazarımız Diyarbakır insanının misafirperverliğinden, hoş sohbetinden, insanlığından da biraz bahsetseydi. Bahsetseydi de, sadece beton köprülerle değil gönül köprüleriyle de Diyarbakır-Kocaeli arasında bağ kurulsaydı. Bu arada, Diyarbakır’da bir özel sağlık kuruluşunun yapmaya çalıştığı usulsüzlüğe karşı şikâyet ve ihbarda bulunduğum Başbakanlık İletişim Merkezi (BİMER) hemen harekete geçerek mağduriyet ve kafamdaki soru işaretlerini giderdi. Buradan kendilerine teşekkürlerimi sunuyorum. Bir diğer teşekkürü ise beni bu yaşa getiren, kendisi ise yarın 55. yaşına basacak olan değerli babama sunuyor, ellerinden öpüyorum. Nice mutlu, sağlıklı yıllara.

17 Eylül 2017 Pazar

Bir Başbakan'ın Cinayet Günü: 17 Eylül

‘‘Türkiye’ye on sene başbakanlık yaptım. Sekiz senemi Türk tarihi yazacak, iki senemi de dalkavuklarım. Oğlum Yüksel'in devlet tarafından okutulmasını istiyorum. Kaleminden altın damlasın. Bizim gibi olmasın.’’ Adnan Menderes Bugün günlerden 17 Eylül… Bundan tam 56 yıl önce, Adnan Menderes, bir hücumbota bindirilerek Yassıada’dan, İmralı adasına götürüldü. Bir gün önce Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan da burada idam edilmişti. Menderes’in bundan haberi yoktu ancak her şeyi anlamıştı. Artık son yolculuğuna çıkıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin 9. Başbakanı Adnan Menderes, 27 Mayıs 1960 günü yapılan askeri darbe neticesinde silah zoru ile iktidardan indirilirken, suçu ‘‘Anayasa İhlali’’ olarak zabıtlara geçti. Aslında bu Menderes’e karşı yapılan ilk darbe girişimi değildi. 6 Haziran 1950 tarihinde de böylesi bir darbe kalkışmasından yara almadan çıkabilen Menderes, başta Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gürman ve bütün üst komuta kademesi olmak üzere 15 general ve 150 albayı re’sen emekliye sevk etmişti. Ancak bu sefer olmamıştı. 27 Mayıs 1960 sabaha karşı saat 4.00’te radyoda Kurmay Albay Alparslan Türkeş, TSK olarak yönetime el koyduklarını ilan etti ve askeri darbenin sebeplerini bir radyo bildirisi ile halka duyurdu. Türkiye’de sivil otorite ve halk ne yazık ki silaha karşı boyun eğmek zorunda kalmıştı. Peki, idam edilecek kadar büyük ne suç işlemiş olabilirdi ki Menderes? Öncelikle ‘‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’’ hususunda CHP ile ters düşerek, parti içi muhalefet dolayısıyla partisinden ihraç edilince Demokrat Parti’yi kurdu. ‘‘Yeter! Söz milletin’’ diyerek ülkedeki hakim devlet partisi yapısını alt üst etti. Başka ne mi yaptı? Paralara mevcut Cumhurbaşkanı’nın resmi yerine, ülkenin kurucu lideri M. Kemal Atatürk’ün resminin basılması uygulamasını başlattı. Türkçe okunan ezanın Arapça okunmasını da serbest bıraktı. 1951’de Kore’ye asker göndererek Türkiye’nin, 1952’de NATO'ya tam üye olmasını sağladı. Marshall Planı’nın da katkısıyla ülkede yeni sanayi tesisleri kurulan Menderes döneminde, Türkiye'nin gayri safi milli hâsılası yılda ortalama yüzde dokuz büyüdü. Nitekim tüm bunlar sonucunda, Demokrat Parti, 1954’te yapılan seçimlerde oyların yüzde 57,6’sını alarak büyük bir zafer kazandı ki bu, Türkiye tarihinde demokratik bir seçimde bir siyasi parti tarafından ulaşılan en yüksek orandı ve bir daha da bu orana ulaşılamadı. Dış politikada da önemli işler başarıldı. Kıbrıs konusunda 11 Şubat 1959’da imzalanan Londra ve Zürih anlaşmaları ile bağımsızlık, iki toplumun ortaklığı, toplumsal alanda otonomi ve çözümün Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından garanti edilmesi ilkelerine dayandırıldı. Yahu! Menderes iktidarında hiç mi kötü şeyler olmadı derseniz, kötü şeyler de oldu tabi ki. 1955’ten itibaren başlayan dünya genelindeki ekonomik durağanlık ve aynı dönemdeki Kıbrıs görüşmeleri sonrasındaki 6-7 Eylül Olayları, Vatan Cephesi denemeleri, Menderes iktidarını çıkmaza sokan hususlardı. Tabi ki bunların hiçbiri darbe yapmayı meşru kılmamalıydı. Ama kıldı. Göstermelik yargı süreci başlatıldı. Gölge oyunu oynandı. Anayasa ihlali başta olmak üzere sayısız ve mesnetsiz suçlamalar karşısında kalan Menderes ve yoldaşlarına (Polatkan, Bayar, Zorlu ve diğerleri), kendilerini savunma hakkı dahi tanınmadı. Öyle ki Mahkeme başkanı Salim Başol, Menderes’in, “Savunma hakkımız kısa kesiliyor” sözlerine “Sizleri buraya tıkan irade böyle istiyor’’ diyerek karşılık verdi. Yassıada’da bu şartlar altında 9 ay boyunca 20’ye yakın davada kendini savunmaya çalışan Demokrat Partililer ile ilgili karar 15 Eylül günü açıklandı. Mahkeme Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan, TBMM eski başkanı Refik Koraltan başta olmak üzere 15 sanık hakkında idam kararı verdi. Menderes idam kararının verildiği gün hastalığı dolayısıyla duruşmaya katılamamıştı. İki gün sonra 17 Eylül sabahı Menderes’in odasına biri profesör iki doktor ve ada komutanı girdi. Doktorlar Menderes’i son kez muayene etti. İdam edilmesine karar verilen Menderes’e, prostat muayenesi yapan bu aşağılık zihniyete karşı Menderes, ‘‘İstirham ediyorum, yapmayın’’ dedi. Yaşanan bu işkencenin ardından, Menderes’e, “Efendim sizi hastaneye götüreceğiz” dediler. Hastaneden kasıt idam sehpasıydı. Menderes, 17 Eylül saat 13.21’de İmralı Adası’nda idam edildi. İdam sehpasına çıkarıldıktan sonra ailesine ve milletine son sözleri ise şunlar oldu: ‘‘Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda devletim ve milletime ebedi saadetler dilerim. Bu anda karımı ve çocuklarımı şefkatle anıyorum...’’ Menderes idam edildikten bir gün sonra, evinin kapısına iki kâğıt asılmıştı. Kâğıtlardan birinde Menderes'in neden asıldığı açıklanırken, diğerinde ise cellâda ödenen para miktarı yazılıydı. O cellât ki, ipte sallanan Menderes’in ayakkabılarına bakarak ‘‘Bu ayakkabılar benim olacak!’’ diyebilen bir vicdan yoksunuydu. Aile, bunu da sineye çekerek cellâda verilen parayı devlete ödedi. Velhasıl bu ülkeden bir Menderes gelip geçti. Merak ediyorum, 1990 yılında çıkardığı yasayla, Menderes, Polatkan ve Zorlu'ya itibarlarını iade eden TBMM, cellâda verilen parayı da iade etmiş midir? Selametle… Putları taşa tutmanın Güçlüğünü geç anladım. Delileri avutmanın Hiçliğini geç anladım. . İhtiraslar dursun diye Şehri sığdırdım köye Her bedenin ayrı şeye Açlığını geç anladım. . “Safkan” dedikleri atın Ünü büyük pek çok zatın Bir yerde ilmin, sanatın Piçliğini geç anladım. . Su taşırken kalbur, file Susmak gerekirmiş dile Yazık... Geç kalmanın bile; Geçliğini geç anladım. (Abdürrahim Karakoç)

14 Eylül 2017 Perşembe

NE OLUYOR BİZE?

Geçmişten bu yana, Türkiye’de ne zaman ortalık karıştırılmaya çalışılsa, ya laiklik ya din elden gidiyor diye bir heyula ortada dolaştırılır. Bu kimi zaman Kubilay’ı şehit eden bir meczup tarafından gerçekleştirilir, kimi zaman başörtüsü ile sorunu olan bir ‘‘sapık’’ tarafından. Kimi zaman da milletin giyim tarzına müdahaleyi kendine görev edinmiş bir ‘‘sapık’’ tarafından. Yahu neler oluyor bize? Daha doğrusu neler oluyor size? Çünkü bunları yapanlarla biz, biz olamayız. Bir insana, şort giydi diye müdahale etmek size mi düştü? Bir çift yolda el ele tutuştu diye saldırmak hangi akla hizmet? Her insan, kendi yaptıklarından sorumluyken, başkasına zarar vermediği müddetçe devletin bile müdahale hakkı yokken, siz kim oluyorsunuz da ahlak bekçiliğine soyunuyorsunuz? Bunlar hangi aklın nüveleri, hangi habis amacın kuklaları gerçekten bilemiyorum. Ama şunu çok iyi biliyorum ki, giydiği kıyafet yüzünden bir kadına şiddet uygulayan zihniyet ile zavallı Özgecan’a tecavüz edip öldüren zihniyet, aynı sapık zihniyet.Yine de ülkemizde böylesi sapkın düşünceye sahip olanların çok az olduğu düşüncesindeyim. Ancak süte düşen sinek misali mide bulandırması bile yetiyor. Seksen milyon insanın yaşadığı ülkemizde bunları belki tamamen yok edemeyiz lakin en azından hem toplumsal hem de hukuksal bazda caydırıcı önlemler almamız gerekiyor. Kimse bana bunları topluma kazandıralım martavalı okumasın. Sosyal ve toplumsal alanda yapıcı bir düşünceye sahip olmakla beraber, bu konular da çözümün bu olduğunu düşünmüyorum. Bu hastalıklı zihniyetlerin ıslah edilmesi pek mümkün görünmüyor bana. Bunlara karşı toplumsal (mobbing) ve hukuksal alanlarda öyle yaptırımlar uygulanmalı ki, en azından bu habis düşüncelerini olabildiğince bastırmak zorunda kalsınlar. Kalsınlar ki, tahrik indirimi ile üç beş gün yatıp sonra sahte kahramanlık edası ile ortada gezemesinler. Neyse ki, bu husus ile alakalı toplumun da üzerine eğilmesiyle gerekli hukuki düzenleme/iyileştirmeler yapılmaya başlandı. Tabi ki böylesi sapkınlıkların ne yapılsa da tamamen bitmeyeceğini biliyorum. Ancak dileğim, asgari seviyeye indirilmesi. Selametle… Yüz daha versen yüz uman yüzler bilirim, Yokuşlara kardeş olan düzler bilirim, Dünya öküzün üstünde derler ama, Dünyanın üstünde nice öküzler bilirim. (Necip Fazıl Kısakürek)

7 Eylül 2017 Perşembe

LA GALİBE İLLALLAH

Evvela; hocaların hocası olarak bilinen, ülkenin yetiştirdiği en önemli sosyolog ve ilim adamlarından olan değerli Şerif Mardin Hoca’ya, Allah’tan (cc) rahmet diliyorum. Başımız sağ olsun. Myanmar’da, Arakan Müslümanlarına yönelik katliam devam ediyor. Ota bile saygı duyduklarını ifade eden Budistler, ot yakar gibi insan yakıyor. 1989 Nobel Barış ödüllü Dalay Lama’dan da, Kuzey Hindistan’daki Dramsala Manastırı sözcülerinden de çıt çıkmıyor. Bu nedenle, ben de bu konu ile alakalı yazılar kaleme almaya devam ediyorum/edeceğim. Myanmar’ın Nobel Barış ödüllü lideri, felsefeci Aung San Suu Kyi yaşanan katliamdan dolayı Müslüman grupları suçlamaya devam ediyor. BM ise ortalıkta gözükmüyor. İslam İşbirliği Konferansı da bildiğiniz gibi. Arap Birliği mi, o da ne? Velhasıl, kahrolmak için o kadar çok sebebimiz var ki… En acı olanı da, kendimize etiğimiz zulüm. Şairin dediği gibi; Bizsiz, bize yetmezdi güçleri, Bizimle güçlenerek yettiler bize… Onlar, Müslümanlara karşı bu denli ortak hareket halindeyken biz ne yapıyoruz? Türkiye, yine büyüklüğünü gösterip gerekli adımları atsa da, dünyanın ‘‘beşten’’ büyük olduğunu göstermek için diğer Müslüman ülkelerin de ayağa kalkması gerekiyor. Zalimden merhamet beklemek yerine mücadele ile bitmek daha evladır. Şimdi burada binlerce keşke ile başlayan cümle sıralayabilir. Ama o bile gönlümden geçmiyor. Yine de birkaç kelam edecem; Gönül isterdi ki, 1. Cihan Harbi’nde, İngilizlerin esir aldığı binlerce Mehmetçiğimiz, Burma’da (Myanmar) şehit olmasın. Gönül isterdi ki, Süleyman Askeri, stratejik bir hata yapıp binlerce erimizi şehit vermesin. Hayalperest olduğu kadar cesur ve namuslu olduğu için beylik silahını şakağına dayayıp tetiğe basmak zorunda kalmasın. Gönül isterdi ki, Hac’da bayram namazı hutbesinde Mekke’den dünyaya bir ses yükselsin. Gönül isterdi ki, Cumhurbaşkanı’nın eşi Emine Erdoğan, yalnız değil, diğer İslam ülkeleri liderlerinin eşleri ile kol kola Bangladeş’i ziyaret etsin. Gönül isterdi ki petrol, Arap liderleri tahtlarına bu denli yapıştırmış olmasın. Velhasıl gönül, daha nice şey isterdi… Tabi bir de Allah’ın (cc) ne istediği var. İşittik ve itaat ettik. Allah (cc) muhakkak işinde galiptir. Görünen ne olursa olsun, kim yenerse yensin, kim yenilirse yenilsin, Galip olan hâkim olan, yapan ve yaptıran O’dur. Ya Rab, sen ki Muhammed Mustafa’ya dahi yenilgi sınavını yaşatansın. Sen zulmetmezsin Ya Rabbi. Ya Rabbi, inandık ve tasdik ettik, zulmeden biziz Ya Rabbi. Senin yolunda kenetlenmeyip benlik hevesiyle ayrı düştüğümüz ve bölündüğümüz için kendimize zulmettik. Biz bize zulmettiğimiz için düşmanda şimdi bize zulmediyor. Bütün zalimlerden sana sığındık Ya Rabbi, Bizler gafil olduk, günahkâr olduk, mahkûm olduk, mağlup olduk. Kuran ve sünnetin hikmetleriyle uyanmadık. Sen bizleri düşmanın saldırılarıyla uyandırdın. Şimdide lütfet Ya Rabbi, bize bu saldırıları def edecek güç, inanç ve enerji ver.

VAKIF VE CEMAATLER

Epeydir aklımda bir çatışma hali var. Nedeni, cemaat ve vakıflar. Bazen vakıf ve cemaatler eliyle yapılan yolsuzluk ve haksızlıklar nedeniyle böylesi tüm yapılara öfkelenirken, bazen de bu yapılar olmadan devletin her yere şefkat ve yardım elinin yetişemeyeceğini düşünüyorum. Malumunuz ‘‘Hizmet Hareketi’’ olarak bilinen Neo-Mason hareketi ile gerek ülkemizde gerekse dünyada milyonlarca Müslüman, büyük bir hayal kırıklığına gark oldu. ‘‘Medeniyetler Çatışması’’ tezi ile belli bir plan kapsamında ilerleyen bu proje, Soğuk Savaş sürecinde oluşturulan Kızıl Tehlike’nin yerini alan Yeşil Tehlike olarak tüm dünyaya pompalandı. Bu yapılırken de, özellikle DAEŞ, NUSRA, EL KAİDE, BOKO HARAM, TEVHİD SELAM gibi radikal terör örgütleri kullanıldı/kullanılıyor. Fark ettiyseniz radikal İslami terör örgütleri demiyorum. Çünkü bu bile bir algı operasyonu ve Müslümanların dahi zihinlerine yerleştirilmeye çalışılan bir söylem. İslam ile terörü yan yana getirmek için kurguladıkları bir oyun. Neyse konuyu fazla dağıtmayalım. Bahsini ettiğim bu radikal örgütler ile İslamiyet’i, bir savaş ve barbarlık dini olarak gösteren habis yapılar, böylece akıllarınca ürettikleri tezleri meşru kılmaya çalışıyorlar. Engizisyon sistemlerini, skolâstik düşünce dönemlerini, cennet tüccarlığı geçmişlerini, hiç akıllarına bile getirmeden. Tüm bu kara kampanyalara karşı belki de tüm Müslüman âlemi için bir umut ışığı olarak görülen ‘‘Hizmet Hareketi’’, ne yazık ki tüm ümmet adına bir hezimet halini aldı. Batı’nın ‘‘Ilımlı İslam’’ olarak adlandırıp desteklediği bu hareket, özelikle ‘‘Dinler Arası Diyalog’’ kisvesi altında diğer dinler ile hoşgörü ve sevgi esaslı bir hareket başlattığını ifade ederek neredeyse tüm Müslüman âlemden destek gördü. Kim bilebilirdi ki, milletimiz ve dinimizin en derin yaralarından biri olacağını… Zaten kukla olan, eli kanlı terör örgütleriyle hedef alınan İslamiyet, sözüm ona ılımlı olarak görülen bir cemaat (örgüt) eliyle en büyük darbeyi aldı. Birçok Müslüman’ın temiz duygularla yardım ettiği bu hareket, yaşananlar neticesinde herkesin manevi duygularında hasara yol açtı. Velhasıl öyle ya da böyle, Batı uygulamaya koyduğu projeyi bir ölçüde gerçekleştiriyor. Peki, bizim ne yapmamız gerek onu düşünmeliyiz. Yüzyıl öncesindeki gibi, iyi/kötü ayırt etmeden hepsinin kapısına kilit mi vuralım? Samimi/yobaz demeden hepsini darağacında mı sallandıralım? Yoksa batının ekmeğine yağ sürmek yerine, dinimize daha sıkı mı sarılalım… Ne dersiniz? Yazının başında da ifade ettiğim gibi en güçlü devletlerin bile yeterli olamadığı, tıkandığı pek çok husus vardır. Özellikle sosyal refah gibi konularda tüm ülke sathında etkin olamayan devlet kademelerinin, bu husustaki sorumluluğunu bir anlamda vakıf ve cemaatler üstlenmektedir. Yoksulların yaralarının sarılmasından tutalım da hakiki dini bilgilerin aktarılmasına kadar geniş bir yelpazede faaliyet gösteren cemaatler, böylece ‘‘welfare state’’ (sosyal refah devleti) denen olgunun oluşmasında önem arz ederler. Ancak bu, cemaatlerin siyasallaşmasını tabi ki meşru kılmaz. Zaten hassas denge de burası olmalıdır. Bir cemaat, siyasete girdiği an, artık bir hizip, bir parti halini alır ki, bu onun tüm maneviyatının son bulması anlamına gelir. Bir mizan kadar hassas olunması gereken bu konu, ne yazık ki zaman zaman göz ardı ediliyor. Cemaatler, maneviyattan uzaklaşıp giderek dünyevileşen bir hal alıyor. İşte son örneği FETÖ… Eğer bir daha böylesi günler yaşamak istemiyorsak, öncelikle biz bireyler olarak, Yüce Yaradan’ın bizlere bahşettiği aklı kullanarak, onun ışığında hareket etmeliyiz. Toplum olarak bizim, yönetici olarak ise devlet erklerinin, yaşananlardan ders almış olması en büyük temennim. Hülasa diyeceğim, suçlu ne vakıflardır ne de cemaatler. Suç, her zaman olduğu gibi benlik hevesine kapılan insanoğlundadır. Biz kendimizi düzeltmezsek, aklımızı ışık, dinimizi ise rehber edinmezsek, daha çok aldanırız, daha çok aldatılırız. Selametle… Şeriatin sözleri hakîkatsiz bilinmez, Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bulunmaz. Şeriatsiz hakkikat batıl, hakikatsiz şeriat atıldır. Şeriati olamayan bir kul, hakikatte evliyanın seri dahi olsa, Hakk’a asidir. (Niyazı-i Mısri)

İSLAMOFOBİ VE ARAKAN

Arakan kelimesini zaman zaman duyarız. Kimimiz, ne/neresi olduğunu bile bilmez, kimimiz ise yapılan vahşete karşı ‘‘vah vah’’ der geçeriz. Burma (Myanmar) sınırları içerisinde bir bölgenin adı olan Arakan, Hindiçini yarımadasında yer almaktadır. Osmanlı İmparatorluğu sayesinde İslamiyet’le tanışan bu topraklar, o dönemden bu yana, tüm baskı ve zorlama politikalarına rağmen inançlarından ödün vermemişlerdir. Öyle ki, Prof. Dr. Erhan Afyoncu’nun ifadesiyle, 1912 Balkan Savaşları sırasında dahi tıpkı Hintli Müslümanlar gibi aralarında para toplayarak orduya yardım gönderen Burma’da, Milli Mücadele yıllarında ise Gazi M. Kemal Paşa’nın posterleri tüm sokaklara asılmıştır. İşte bu Arakan’da, şu aralar yine büyük bir katliam var. Nitekim Avrupa Rohingya Konseyi sözcüsü Dr. Anita Schug’un ifadelerine göre Arakan’da son beş günde öldürülen Müslüman sayısı üç bine dayanmış durumda. ‘‘Postmodern’’ bir komünist cunta rejimi ile yönetilen Burma’da, Müslümanlara kimlik dahi verilmeyip, tüm özlük haklarından mahrum bırakma politikası güdülüyor. Bununla yetinilmediği zamanlarda ise sistemli olarak ve devlet eliyle katliam uygulanıyor. Velhasıl, nüfusun neredeyse yüzde yetmişini oluşturan ve Budist inanışa sahip olan Rakhine etnik halkına nazaran, azınlıkta olan Müslümanlar (yaklaşık dört milyon), Burma ile Bangladeş arasındaki bir cenderede yaşam mücadelesi vermekteler. Budist halk ve rejim güçleri tarafından kuşatılan Arakan’lı Müslümanlar’a, ivedi bir şekilde yardım edilmezse, ölü sayısının çok daha fazla olacağı tahmin ediliyor. Birleşmiş Milletler, Arakan’ı dünyanın en çok eziyet gören bölgelerinden biri olarak tanımlasa da, maalesef uygulamada hiçbir pozitif adım atılmıyor. Avrupa ise kör ve sağırı oynuyor. Merak ediyorum, Charlie Hebdo saldırısında ölen 12 kişi için bir araya gelen yaklaşık 50 ülke başkanı, Arakan’da katledilen binlerce Müslüman için de bir araya gelmeyi düşünüyor mu? Ülkenin Nobel Barış ödüllü lideri Aung San Suu Kyi ise Müslümanları suçlayarak, güvenlik güçlerinin teröristler ile mücadele edildiğini ifade ediyor. Görüldüğü gibi Burma’da sessiz ve derinden bir soykırım uygulanırken, dünya ise olup biteni seyretmekle yetiniyor. ‘‘Müslümanlar olarak biz ne yapıyoruz?’’ dediğinizi tahmin edebiliyorum. Sonuna kadar haklısınız. İslam Dünyası bu konuda ne yapıyor? Mezhep ve çıkar çatışması nedeniyle birbirlerinin kuyusunu kazmaktan başka! İslam İş Birliği Teşkilatı ne işe yarar hala anlayabilmiş değilim. Petrol, Arap şeyhlerinin kanına bu kadar mı işlemiş ki kendi kanlarının yardımına koşmaktan bu kadar acizler! Velhasıl… Sırf Müslüman olduğu için başı gövdesinden ayrılanlar… Her an katledilme korkusuyla yaşayanlar… Üzerine açlık… Üzerine sefalet… Aman sen de… Kimin umurunda ki? Öyle ya, bize dokunmayan yılan, varsın bin yaşasın. Değil mi? Dilsiz Şeytan olmak varken, başımızı ağrıtmak da niye… Zulmün olduğu yerde, tarafsızlık namussuzlukmuş… Halt etmişsin sen, Cemil Meriç… Hele sen Akif, ne de boş yazmışsın bu dizeleri!… Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdadıma saldırdı mı, boğarım! Boğamazsın ki! Hiç olmazsa yanımdan kovarım. Adam aldırmada geç git! diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu… İrticâın şu sizin lehçede ma’nâsı bu mu? (M. Akif Ersoy-Zulmü Alkışlayamam Şiirinden)

ÇİFTE BAYRAMIMIZ

Ne mutlu ki, önümüzdeki günlerde milletçe çifte bayram sevincini yaşayacağız. Sonsuz merhamet sahibi olan yüce Allah’ın, Hz. İbrahim’e, evladı yerine kurban etmesi için bir koç göndermesiyle hulul eden Kurban Bayramı ile Anadolu’nun vatanımız olarak kalmasını sağlayan 30 Ağustos (Başkomutanlık Meydan Muharebesi) Zafer Bayramı’nı kutlayacağız. Bir taraftan yüce dinimiz olan İslam’ın gereklerinden birini yerine getirip, bir nebze de olsa yoksulların yarasını sararken diğer taraftan bu vatan için can vermiş, kan dökmüş aziz şehitlerimizi ve bizim için verdikleri mücadeleyi anacağız. Ne mutlu ki böyle bir imana, böyle bir tarihe ve böyle bir millete sahibiz. Ancak ne yazık ki böylesi denk zamanlarda, muhakkak bir iki kendini bilmez ortaya çıkar. Bir ‘‘ötekileştirme’’ heyulasını ortada gezdirilir. Bu, kimi zaman zafer karşılaştırması şeklinde olur, kimi zaman ‘‘siz-biz’’ şeklinde. Bu topraklar için can verenlerin, ‘‘sizli bizli’’ olmayalım diye kan döktüklerini akıllarına getirmeden. Bunlardan biri de, Zafer Bayramı’na ‘‘bayramımız’’, Kurban Bayramına ise ‘‘Bayramınız’’ ifadelerini kullanan CHP’li Kadıköy Belediyesi. Meşruiyet ‘‘mazeretlerini’’ tahmin edebiliyorum. Ya laik devlet yapısında Müslüman olmayan vatandaşların da dikkate alınarak böylesi bir üslup kullanıldığını ifade edecekler. Ya da işin daha da kolayına kaçarak ‘‘basım hatası’’ olduğunu açıklayacaklar. Tüm bunlara inat, diyeceğim; Kurban Bayramı da bizimdir, Zafer Bayramı da. Ne yobazların dini yozlaştırmasına izin veririz, ne de kafatasçı milliyetçilerin ya da radikal laiklerin dinimizi geri plana atmasına. H. Nihal Atsız’ın, İtalya faşist lideri Benito Mussolini’ye söylediğinin aksine ‘‘Din Arabın, harp Türklüğün’’ değildir. Din de bizimdir, harp de. Tanrı Dağı’nda da biz varız, Hira Dağı’nda da. Biz, bizi biz yapanlarla bin yıldır bu topraklardayız ve de olacağız. Tarihimiz, medeniyetimiz ve imanımızla. Selametle… Sorma bana oymağımı, boyumu Beş bin yıldır millet gibi yaşarım Süngü beni ayırsa da vahdetimi unutmam Dilde, dinde müşterekiz, hep gelmişiz bir belden Devletimin kaygusuyla milletimi unutmam Anadolu bir iç deniz, ayrılamaz dış elden. Ziya Gökalp (Millet)

BU SEFER OLMAZ!

Bilindiği üzere, ülkemizde ne zaman siyasi iktidar zayıflatılmak istenip, kaos ortamı amaçlansa, ortaya bir anda ‘‘irtica’’ heyulası çıkarılır. Nitekim son günlerde, yine acayip işler dönmeye başladı. Şanlıurfa’nın Siverek ilçesinde, Atatürk heykeline satırla saldıran aklı evvel adamdan tutun da, takke takıp, uzun sakal bırakan polis memuruna kadar her tür ‘‘cinsler’’ yeniden hortladı. Hortladı diyorum, çünkü bu ülke bu türden olayları daha önce de pek çok kere yaşadı. 28 Şubat dönemini unutmak mümkün mü? Post-modern dedikleri, yani modern ötesi darbe ile rahmetli Erbakan’a siyasetten el çektirme operasyonu, bir anda ve sebepsiz mi gerçekleşti? Sincan’da tankları, Hükümet ve vatandaşa korku salmak için yürütenlerin, kendilerince icat ettikleri meşruiyet kaynakları neydi? Laiklik. Yanlış anlaşılmasın, bende din ile devlet işlerinin birbirine karıştırılması taraftarı değilim. Kişinin imanı ve inancı, kendisini bağlar. Nitekim devlet kademesinde ve esasen hayatın her zemininde, asıl olan eşitlik, hakkaniyet ve liyakat kavramları olmalıdır. Benim derdim, dini kullanıp, onun üzerinden de laiklik siyaseti yapanlarla. 28 Şubat sürecinde, ortaya çıkarılan Aczmendiciler, Müslüm Gündüz-Fadime Şahin’ler şimdi neredeler? Aktörler değişiyor, ancak inanın senaryo hep aynı. ‘‘Peki, bunlar hep mi dış güçlerin oyunu, geçmişte merhum Erbakan ve partisinin, şimdi de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çevresinin hiç mi yanlışı yok?’’ diye sorarsanız, haklısınız derim. Merhum Erbakan’ın, tarikat şeyhlerine yemek vermesi, eylem ve düşünce olarak yanlış olmasa da, zaman olarak yanlıştı. Yine Refah Partisi, milletvekillerinin birtakım açıklamaları, darbeye zemin arayanların, önüne bulunmaz fırsat verdi. Örneğin, dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın, ‘‘Aydınlık için bir dakika karanlık’’ protestolarına, tepki olarak ‘‘Mum söndü oynuyorlar’’ ifadesi, toplumumuzun hassas noktalarından biri olan ve Alevi kardeşlerimizi inciten hususlardan biri oldu. Ankara, Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız tarafından organize edilerek, İran Büyükelçisinin de davetli olduğu ‘‘Kudüs Gecesi’’ programında sahnelenen Cihad adlı oyun, irtica heyulasının ivme kazanmasına yol açtı. Yine Kayseri’nin Refah Partili Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin, 10 Kasım 1996 tarihli Refah Partisi İl Divan Toplantısındaki konuşmasındaki, ‘‘Süslü püslü göründüğüme bakıp da laik olduğumu sakın sanmayın. Resmi görevim nedeniyle bugün bir törene katıldım. Belki başbakanın, bakanların, milletvekillerinin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak, sizin hiçbir mecburiyetiniz yok. Refah Partili olarak yeryüzünde tek başıma da kalsam, bu zulüm düzeni değişmelidir. İnsanları köle gibi gören, çağ dışı bu düzen mutlaka değişmelidir. Ey Müslümanlar sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, nefreti ve bu inancı eksik etmeyin. Bu bizim boynumuzun borcudur.’’ ifadeleri, darbe için en ufak bir kıvılcım bekleyenlerin eline, meşale verdi. Öyle ki, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya’nın ‘‘İrtica, PKK’dan daha tehlikeli’’ diyebileceği bir ortam hazırlanmış oldu. Akabinde, şeriata karşı yürüyüşler başlatıldı. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri, Genelkurmay Başkanlığı’na çağrılarak, kendilerine irtica konusunda brifing verildi. Sonuç olarak bilinçli ya da bilinçsiz, darbe heveslilerinin ve onu planlayan habis akılların, yolu açılmış oldu. Bugün de, Hükümet’e yakın ve dahi Hükümet içinden isimler, bilinçli ya da bilinçsiz bazı ifadelerde bulunmaktalar. Benden sizlere basit bir soru. Hayrettin Karaman gibi isimlerin yapmış oldukları açıklamalar, kime yarar sağlıyor? Ataerkil toplumda, erkeğin sigara içmesi, sadece sağlık anlamında yargılanıyorken, kadının sigara içmesi neden namusu ile ilişkilendiriliyor. Hele ki, bir de tesettürlü, tesettürsüz ayrımı yapılarak. Hele ki, böylesi bir dönemde. Asıl ayrıştırma, bu değil mi? Karaman’ın bu ifadelerine, en sert tepki, hiç ummadığım bir isimden M. Metiner’den geldi. Kendisinin de tesettürlü bir kızının olduğunu ve sigara kullandığını belirten Metiner, sırf bu nedenle kimsenin namusuna dil uzatılamayacağını ifade etti. Umarım kendi canının yanmadığı konularda da, aynı hassasiyeti gösterebilir. Yine Siverek’te yaşanan olay ve Maçka Parkı’nda haddini bilmez güvenlik görevlisinin hareketi, en çok Hükümet’in zararına olmadı mı? Tabi bir de, AK Parti, MKYK üyesi Ayhan Oğan var. Bizim buralarda sıkça kullanılan bir söz vardır. Durup, durup tuz kavurmak diye. Galiba Sayın Oğan’ın görevi bu. Şimdi yeniden kuruyoruz dediği devlet, Osmanlı bakiyesi olan ulu bir çınardır. Modernize edilmesi gerekmekle birlikte, yeniden kurulmaya ihtiyacı yoktur. Velhasıl, Oğan’ın amacı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a şirin görünmek midir bilinmez ama partiye zarar verdiği muhakkak. Nitekim parti içinden de bu ifadelere teveccüh gösteren çıkmadı. Hülasa diyeceğim, Gazi M. Kemal ATATÜRK’ün başlatmış olduğu kurtuluş mücadelesinden sonra belki de, en zorlu süreçlerin birinden geçen ülkemizde, yeniden bir oyun kurgulanmak isteniyor. Buna karşı durmanın yolu ise; cepheleşme ve ayrışma değil, aksine hoşgörü ve çok seslilik olmalıdır. Tabi ki bu, dinimiz, inancımız ve geleneklerimizi yok saymakla değil, tam tersine, dinimizin gerekliliklerini gerçek anlamıyla yaşayarak olacaktır. Pusulamız Kuran-ı Kerim, rehberimiz Hz. Muhammed (sas), ışığımız ise akıl ve ilim olduğu müddetçe, varsın tüm âlem bize gerici desin. Ne çıkar! Selametle. Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım, Mukaddes emanetin, dönmez davacısıyım, Zamanı kokutanlar, mürteci (gerici) diyor bana, Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana. (N. Fazıl Kısakürek, Muhasebe, 1947)

KIYAMET MÜHENDİSLİĞİ:ARMAGEDDON

Önceki yazılarımda, Batı ve Yahudi aklının ne derece Makyavelist bir tutum izlediğini açıklamaya çalışmıştım. Öyle ki, asırlar sonrasının planlarını yapan bu yapılar, kendi düzenlerini oluşturmak için birçok kurum, kuruluş, nosyon ve yasa dışı örgütler kurmuşlardır. Bu minvalde terör örgütlerinden dahi faydalanarak dünya nizamına istedikleri şekilde yön vermek isteyen bu derin yapılar, söz konusu dünyevi araçların yanında, ezoterik birçok bilgi ve kaynaktan faydalanmaktadır. Bu doğrultuda bu haftaki yazımda çağlardır tartışılan Armageddon Savaşı ve bu kapsamda özellikle Arap Baharı sonucunda Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri kaleme almak istedim. Bilindiği üzere Mehdiyet ve Deccal inanışı, yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’de net bir şekilde geçmemesine rağmen, gerek Şii, gerekse Sünni âleminde defalarca yorumlanmıştır. Ayrıca, Tevrat ve Avesta gibi kitaplarda da temel düzeyde böyle bir inanış ifade edilmiştir. Nitekim böylesi bir inanış, Hıristiyanlık ve Musevilikte de, dile getirilerek Mesih’in yeniden zuhur edip, Deccal ile mücadele edeceği dile getirilmiştir. Yani her inanış, Mehdiyet anlayışına farklı anlamlar yükleyerek, kendi inanışları zaviyesinde yorumlamıştır. Özellikle savaş dönemlerinde daha sık gündeme gelen bu inanış, Körfez ve Vietnam Savaşları’nda popülerlik kazanmıştır. Peki, böylesi bir ruhani ezoterizme, seküler dünyada bu denli önem atfedilmesinin altında neler yatmaktadır? Ortaya çıkarılan Deaş, El Nusra, El Kaide gibi örgütlerin ve yaşanmakta olan vekâlet savaşlarının amacı nedir? Günümüzde yaşanan savaşlarla gerçekleştirilmek istenen 3. Dünya Savaşı sonucunda bizleri neler beklemektedir? Peygamber Efendimizin, ”Yemen’de olay patladığında Şam’a gidin” hadisi ile bugün Suriye’de yaşananlar arasındaki bağlantıyı nasıl yorumlamamız gerek? En önemlisi, bunları sunan üst akıl neyi planlamaktadır? 11 Eylül Hadisesi ile başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyada geri döndürülemez bir süreç başlatılmıştır. Nitekim Neo-Con destekli bir evanjelist olan ABD eski Başkanı G. Bush, Irak ve Afganistan’a yapılan operasyonları, yeni bir Haçlı Seferi olarak ifade etmiştir. Yapılan bu işgalin, doğal kaynaklar ve İsrail’in bekaası için olduğu, bugün herkesçe bilinmekte. Ancak sizce de, tek neden bunlar mıydı? Saddam’ın kaybolan ordusunun siyahlara bürünerek, İslam’ın sözde hamiliğini üstlenmesinin ve nihayetinde planlanan medeniyetler çatışması, hangi yapı ve düşüncenin ürünüdür? Obama gibi, ABD tarihinde WASP (White-Anglo Sakson-Protestan) olmayan birini Başkan yaparak, dünya kamuoyunda kendilerine yönelen karşıtlığı gidermek isteyen ABD üst idaresi, Obama’nın ardından iktidara gelen D. Trump’a karşı neden bu denli düşmanlık beslemektedir? Bunun sorunun cevabını eski başkan yardımcılarından Dick Cheney’nin, şu ifadelerinden anlamak mümkün. Ne demişti Dick? Obama’yı son derece yetersiz görüyoruz. Bu yüzden Neo-Conlar yeniden iktidara gelecek. Yani H. Clinton. Fakat bu sefer planları tutmadı. Ancak yanlış anlaşılmasın. Trump’ın da melek olduğu iddiasında asla değilim. Ehven-i şer derler ya. Kötünün iyisi. İşte, aynen o kanıdayım. Bu arada Trump demişken, sahi hiç merak etmediniz mi? Daha ilk günden, Trump ve Çin yönetimi arasında soğuk bir savaş başladı. Konudan sapmamak için şu kadarını diyeyim. Hani hep bahsettiğim o derin yapılar olan küreselciler var ya, işte onların yeni durağı, Asya’nın yükselen değeri olan Çin. Öyle ki, hem ABD, hem de Vatikan’a karşı Çin’i, Doğu Roma olarak öne sürme çabasındalar. Yani diyeceğim şu ki, yaşanan bu süreçleri, sadece enerji güvenliğinin sağlanması ya da ABD’nin, Ortadoğu’da yeni müttefikler oluşturma çabası olarak görmek, yetersiz bu çözümleme olacaktır. Birçok defa dile getirdiğim gibi, bu yapılar gerektiğinde, kutsallarımızla dahi oynayarak kendi müesses nizamlarını yerleştirme amacındadırlar. Bunları yaparlarken de birçok hadis ve rivayetleri kaynak almaktadırlar. Bir düşünün. Sizce İsrail, Arabistan’ın tarım politikasıyla neden bu denli ilgili? Kendi vatandaşlarına domates, biber ithal etmek için mi? Tabi ki bunun da etkisi vardır. Ancak Peygamber Efendimizin, ”Arabistan yemyeşil olmadan, kıyamet kopmayacak” hadisinin de önemini bilmek gerek. Arabistan’ın son yıllarda Türkiye ile yakınlaşmasını dahi, bu kapsamda ele almak mümkün. Çünkü Arabistan’ı, Sünni ve Şii olarak bölmenin, Mekke’nin ise Vatikan gibi ayrı bir devlet olarak ayrıştırılmasının planları yapılıyor. Bu noktada Türkiye’nin öneminden bahsetmek gerek. Türkiye gerek jeo-politik, gerekse jeo-kültürel bakiyesiyle, dünya zaviyesinden son derece önemli bir aktör konumunda olmuştur. Öyle ki, yıllardır üzerinde oynanan oyunlar ve yürütülen politikalar ile Müslüman âleminden kopma sürecine sokulan Türkiye, ne zaman bu raydan çıksa, balans ayarına tabi tutulmuştur. Said Nursi’nin dediği gibi, ”İslam’ın yükselişi Arap’ın uyanmasına, Arap’ın uyanışı ise Türk’ü tanımasına bağlıdır.” İşte buradan hareketle, Müslüman alemi arasında birlik ve dirliğin oluşmaması için her şeyi yapan bu yapılar, Anadolu ve Ortadoğu’nun balkanizasyonunu sağlamak istemektedirler. Batıni açıdan ise Anadolu ve Türkiye’yi bu denli önemli yapan durumlardan biri de, onların Armageddon, Müslüman aleminin ise Melhame-i Kübra dediği, kıyamet savaşının, Amik Ovası bölgesinde gerçekleşeceği düşüncesidir. Öyle ki, bu topraklar üzerinde seksen tümen Deccal ordusu ile seksen tümen Mehdi ordusunun çarpışacağı ifade edilmektedir. İnanışlara göre bu savaşın, Ehrimen ile Ahura Mazda ya da Mehdi ile Deccal arasında olacağı dile getirilse de, sonuç itibariyle temelde din ile dinsizliğin savaşı olacağı açıktır. Velhasıl diyeceğim; yeni bir dünya düzeni kurmak isteyenler, bir yandan siyasi, ekonomik ve askeri kaynakları kullanırken diğer yandan kutsal kitaplarda geçen ifadeleri, kendi düşünce ve çıkar olgularına göre evirmeye çalışmaktadırlar. Öyle ki ABD eski Genelkurmay Başkanlarından Limod, yeni dünya düzeninin tesis edilmesi için Irak, İran, Ürdün, Lübnan, Suudi Arabistan, Libya ve Suriye gibi ülkelerin yıkılacağını ifade etmiştir. Görüldüğü üzere amaç ve planlar artık açık bir şekilde sözlere dökülmektedir. Bir başka örnek daha verilecek olursa; çoğumuzun defalarca izlediği ‘‘Yüzüklerin Efendisi’’ filmindeki Hobitler ile topraklarını geri kazanarak dünya hükümranlığını ele geçirmek isteyen Siyonist düşünce arasındaki bağlantı, dikkate değerdir. Sonuç olarak diyeceğim yaşadığımız bu süreçlerin hiçbiri, tesadüf ya da günün gerekliliklerinden dolayı oluşmamıştır. Hepsi asırlar boyunca ince ince hesaplanarak uygulamaya konan planlardır. Öyle ki Aziz Malaki ve Nostradamus’un kehanetlerini doğrularcasına gerçekleştirilen, Papa Benedictus’un istifasından tutun da Deaş’ın ortaya çıkarılmasına kadar, hepsi çok tehlikeli bir aklın ürünleridir. Ve bu akıl, fitneyi öylesine ileri götürmektedir ki, tabiri caizse Allah’ı kıyamete zorlamaktadır. Ancak ne mutlu ki hepsinin unuttuğu bir gerçek var: O inkâr edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek (çıkarmak) için tuzak kuruyorlardı. Ve onlar, bu tuzağı kuruyorlarken; Allah da tuzak kuruyordu. Ve Allah, tuzak kuranların (karşılık verenlerin) en hayırlısıdır. (Enfal/30).

TRUMP, KİM'E KARŞI

Bilindiği üzere, İkinci Dünya Savaşı’ndan birkaç sene sonra patlak veren 1950 Kore Savaşı, dar anlamda Kore’nin iç meselesi gibi görünürken; ABD, Çin ve Rusya’nın dâhil olmasıyla küresel bir muhteva kazanmıştı. Türkiye’nin de, ABD tarafında saf tuttuğu Kore Savaşı neticesinde, Kore, Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Nitekim o zamandan bu yana Kore’de sular durulmadı. Savaş sonrasında yapılan ateşkes anlaşmasının, kalıcı bir barışa dönüştürülememesi, bu duruma yol açan en önemli etkenlerden biri. Öyle ki, 1975’te BM Genel Kurulu’nun, 1996’da ise BM Güvenlik Konseyi’nin taraflara yaptığı çağrılara rağmen Güney ve Kuzey Kore, aralarında teknik olarak devam eden savaş durumunu hukuken sona erdirecek imzaları atmadılar. Dahası Kuzey Kore, 1994’ten 2013’e kadar altı defa ateşkes anlaşması hükümlerine uymayacağını duyurdu. Bu doğrultuda, başlattığı nükleer program çerçevesinde, nükleer reaktör inşa eden Kuzey Kore, 1980’li yıllarda ise büyük mahremiyet içerisinde nükleer silah çalışmaları yürüttü. Tüm bunları yaparken, uluslararası kamuoyunun tepkisini çekmemek için Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nı onaylayan Kuzey Kore, bununla birlikte Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) taleplerine rağmen bu antlaşmanın birçok gereğini yerine getirmedi. Nükleer çalışmalarını büyük bir gizlilikle yürütmek isteyen Pyonyang yönetimi, istediği sonuçları almış olacak ki, 2003’te Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan çekildi. Nitekim 2005 yılında da nükleer silahlara sahip olduğunu kabul etti. Özellikle ‘‘çılgın’’ Kim Jong’un, ülke yönetimini ele almasıyla daha da ivme kazanan nükleer silah çalışmaları, ABD başta olmak üzere birçok ülkenin sert diplomatik yaptırımlarına rağmen hız kesmedi. Buna tepki olarak, Başkan Trump, Kuzey Kore’nin nükleer denemelerine devam etmesi durumunda, ABD’nin buna ateş ve öfkeyle yanıt vereceğini belirtti. Pyongyang yönetimi ise, Trump’ın açıklamasının karşısında geri adım atmayarak, Guam Adası’nı füzeyle vurmak için plan hazırladığını açıkladı. Görüldüğü üzere, bir yanda özellikle Soğuk Savaş’ın ardından kendini dünyanın süper gücü olarak konumlandıran ABD ile diğer yanda tamamen kapalı ve tehlikeli ülke olan Kuzey Kore arasında, gerilimli bir süreç başlamış oldu. Peki, bu süreçte bizi neler bekliyor? Bu ‘‘Korkak Tavuk Oyunu’’ kime yarar getirir? Pyongyang neyi hedefliyor? Dünya’nın hamisi rolündeki ABD, Kim Jong’a karşı ne planlıyor? Öncelikle söylemek gerekirse, nükleer silah denemeleri hususunda, Pyonyang yönetimi, henüz geri dönülemez eşiğe ulaşmış değil. Ancak daha önce de ifade ettiğim gibi, dünyanın birçok yerinden yükselen kınamalara ve uyarılara rağmen, Kuzey Kore’nin nükleer silah programı tüm hızıyla devam ediyor. ABD ve Batılı müttefikleri ise Kuzey Kore’ye herhangi bir yaptırım uygulama gücünden şimdilik mahrumlar. Malumunuz, uluslararası ilişkilerde bir devlete karşı yaptırımlar, “kuvvet kullanma içermeyen ve içeren önlemler” şeklinde iki başlık altında kategorize edilmiş durumda. Kuvvet kullanmayı içermeyen önlemler, ekonomik ilişkileri kesme, ambargo, iletişimi kesme ve diplomatik ilişkileri sona erdirme olarak sıralanmış olsa da, ABD ve birçok Batılı ülkenin zaten Kuzey Kore ile ilişkilerinde bu sayılan alanların hiçbiri mevcut değil. Olmayan bir şey kesilemeyeceğine göre, bu yolla Kuzey Kore üzerinde bir yaptırım uygulamak da söz konusu değil. Kuvvet kullanmayı içeren yaptırımlara gelirsek ise bunlar; abluka ve hava-deniz-kara kuvvetleriyle askeri harekât yapılması olarak ifade edilebilir. Ancak Kuzey Kore’ye karşı, ABD’nin ve/ve ya onun desteğindeki bir başka devletin askeri bir harekâta girişmesi ihtimali çok zayıf görünüyor. Nitekim böyle bir harekât söz konusu olduğunda, tıpkı 1950’de olduğu gibi, Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nun, Pyongyang’ın yardımına koşacağı muhakkak. Böyle bir hal ise, meseleyi bir “Vekâlet Savaşı” olmaktan çıkarıp, “Üçüncü Dünya Savaşı” durumuna dönüştürebilir. Bu yüzden ABD ve Batılı müttefikleri, Kuzey Kore’ye yönelik açık bir askeri harekâttan ziyade, karşılıklı tavizler verilerek diplomasi kartını kullanabilirler. Ancak, Kim’in ne yapacağının kestirilememesi halinde, Pyonyang yönetiminin güç kullanarak dizginlenmesi ya da mevcut rejimin devrilmesi yollarına gidilebilir. Nitekim Kuzey Kore’ye karşı, ABD, Japonya ve Güney Kore arasında güç birliği yapıldığı ilan edildi. Aslında bu ittifak ve ötesinin, Kuzey Kore’den ziyade Çin’e karşı oluşturulduğu söylenebilir. Zati sürecin esası da burada yatıyor. Washington yönetiminin, Orta Doğu’ya SSCB’nin sızmasına karşı geliştirdiği “Kuzey Kuşağı” ve 1980’lerde İran’a karşı oluşturmaya çalıştığı “Yeşil Kuşak” benzeri bir kuşağı (bunun rengi de sarı olsun) şuan Çin’e karşı oluşturmak istediği ayan beyan ortada. Yani bu gerilimli süreç, tıpkı 1950’de olduğu gibi sadece ABD ile Kuzey Kore arasında olmaktan ziyade, ABD ile Çin arasında gerçekleşeceğe benziyor. Çünkü ne kadar çok nükleer silah geliştirirse geliştirsin, Kuzey Kore’nin küresel bir aktör olamayacağı, hele ABD’ye karşı girişeceği bir çatışmadan galip çıkamayacağı ortada. Kim’in amacı kendisine yönelik bir saldırıyı caydırmak veya bertaraf etmek ise, ne düşman kardeşi Güney Kore’nin ne de başka bir ülkenin Kuzey Kore’ye saldırmak gibi açık bir niyeti var. Bu durumda geriye iki ihtimal kalıyor. Ya Kim 28 yaşında oturduğu liderlik koltuğunu iyice sağlamlaştırmak için düşmanlara meydan okuma taktiği izliyor, ya da perde gerisinde iplerini tutan bir diğer büyük gücün söylediklerini yapıyor. Bir başka deyişle, ABD ile Çin arasında artık belirginleşmeye başlayan vekâleten mücadelenin kullanışlı bir aracı hâline geliyor. Nitekim Kuzey Kore ile ABD arasındaki bu gerilimli süreç devam ededursun, ABD ile Çin’in bölgesel ve küresel hegemonya için pazarlık masasına oturması, ABD-Rusya geriliminin ise ortak tehdit, Çin dikkate alınarak, yerini mesafeli bir işbirliğine bırakması kuvvetle muhtemel. Çünkü uluslararası ilişkilerde, güç dengesi hep kurulur. Hele ki işin içinde nükleer silahlar varsa, muhakkak kurulur. Selametle.

16 Temmuz 2017 Pazar

KADER GECESİ : 15 TEMMUZ

Ülkemiz, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana birçok darbe gördü. İttihat ve Terraki Cemiyeti’nin darbesi ile başlayan darbeler süreci, 1960 darbesi, 1971 muhtırası, 1980 darbesi, 1997 post modern darbesi ve 2007 e-muhtırasını kapsadı. Sözde, ülke ve milletin istikbali için yönetime el koyan ordu, kimi zaman ülkenin seçilmiş siyasilerini idam edecek kadar ileri giderken, kimi zaman muhtıralar yoluyla siyasi otoriteye ”balans ayarı” vermeye kalktı. Ülke yönetimini ele geçirdikten sonra, anayasalar düzenleyen askeri dikta rejimi, böylece ülke siyasetine, dipçik gölgesindeki kanunlarla yön verdi. Söz konusu darbeler, kimi zaman bozulan ülke düzeni nedeniyle, kimi zamansa irtica heyulası bahaneleriyle gerçekleştirildi. Ancak hiçbiri ülke demokrasisi ve geleceğine yarar getirmedi. Amaçlanan da bu değildi zaten. Tabi ki, peygamber ocağı olan ordumuzun tüm mensuplarını bu muhtevada değerlendiremem. Demokrasi değerlerine inanmış, giymiş olduğu üniformanın önem ve sorumluluğunu bilen, gerçek vatan evlatlarını ayrı tutuyorum. Benim derdim, dış ülkelerin emriyle hareket eden, kendilerini ülkenin gerçek sahibi sanıp, başkalarının uşağı olan vatan hainleriyle. Hani ABD’li jeopolitik doktoru ve istihbarat şefi P. Henze, 12 Eylül Darbesi’nin ardından demiş ya, ”Our boys have done it” (Bizim çocuklar başardı) diye, işte o çocuklardan bahsediyorum. Günümüz Türkiye’sinde, yapılan anayasa değişiklikleri ve güçlü iktidar yapısı ile artık darbeler döneminin kapandığını sanıyorduk. Ancak yanılmışız. Ne yazık ki, ABD’nin, o çocukları bitmemiş ve ülkenin geleceğine gözlerini dikmişler. Nitekim bunu da son olarak 15 Temmuz gecesi, acı bir şekilde öğrendik. Uzun yıllar içerisinde devletin her kademesine sızan FETÖ unsurları, ülkenin en önemli dinamiklerinden olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne eklemlenmişti. Hem de öyle bir eklemlenme ki, ordunun en az yarısının FETÖ’cü hainlerce doldurulduğu ifade ediliyordu. Özellikle Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın, ısrarlı gayretleri neticesinde devlet kurumlarından tek tek temizlenmeye başlanan bu unsurlar, 17 ve 25 Aralık operasyonlarının ardından, bu sefer de, belki de son kozlarını oynayarak, devletimizi silah zoruyla ele geçirmeye kalkıştı. Özellikle İstanbul ve Ankara gibi stratejik şehirlerimizde yoğunlaşan olaylarda, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar esir alınarak, askeri üst komuta paralelize edilmeye çalışıldı. Ele geçirdikleri tank, uçak ve askeri teçhizatlarla, TRT binasını dahi basarak ihtilal metni yayınlayan üniformalı teröristler, devlet büyüklerini gaflet ve dahi vatana ihanetle suçladılar. Ancak hepsinin unuttuğu bir gerçek vardı ki, zaten olayların akışını değiştiren tek faktör de oydu: Halkın iradesi. Tankların önüne yatarak, kurşunların önüne set olarak, bir destan yazan bu millet, yıllardır bu vatanın neden yıkılmadığını tüm dünyaya bir kez daha gösterdi. Düşmana bile sıkmadığı mermileri havadan kendi vatandaşının üzerine yağdıran gözü dönmüş hainlere karşı, başka nasıl başarılı olunabilinirdi ki? Yüzlerce vatandaşımızın kendini feda ederek, şehit ve gazi olduğu bu olay sonucunda şükürler olsun ki, ülkemiz, batı maşası bir askeri dikta rejimine karşı koyabildi. Allah, tüm şehit ve gazilerimizden razı olsun. Millet tarafından ortaya konan bu kahramanlık destanının ardından, bu olaya gölge düşürecek birtakım söylemlerde bulunanlar oldu. Bunlar arasında en rahatsız edici olanı ise, ülkenin ana muhalefet partisi lideri, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, ”Kontrollü Darbe” ifadesiydi. Ben bunu en basit ve iyimser tabirle, akıl tutulması olarak yorumluyorum. Kılıçdaroğlu ve onun gibi düşünenlere göre; MİT Başkanı Fidan ve Genelkurmay Başkanı Akar, Cumhurbaşkanımız Erdoğan’a, darbe ile ilgili malumat vermiş. Yani devlet büyüklerinin böyle bir kalkışmadan haberleri varmış. Yahu biraz anlayış, biraz saygı. En azından şehit ve gazilerimizden utanın. Elinizi vicdanınıza, aklınızı ise başınıza koyun biraz. Bu nasıl bir kontrollü darbe ki, ülkenin semalarında savaş uçakları uçurulurken, ona karşılık vermek isteyen kolluk kuvvetlerimiz, ellerindeki kısa menzilli silahlarla mücadele ettiler. Ve bu nasıl bir kontrollü darbe ki, ülkenin Cumhurbaşkanı’nın halkı sokağa çağıran konuşması hiçbir televizyon kanalında yayınlanmadı. Öyle ki, hükümete yakın olarak ifade edilen televizyon kanalları bile, Cumhurbaşkanı’nın millete cesaret veren ifadelerini yayınlayamazken, neyin kontrolünden bahsediyorsunuz? Anlamak gerçekten güç. CNN Türk muhabiri Hande Fırat, görüntülü telefon görüşmesi yolu ile Cumhurbaşkanı’na bağlanmasa, belki de bugün o hainler emellerine çoktan ulaşmış olacaktı. Velhasıl diyeceğim, bu darbe, alçakça yapılmış bir intihar eylemiydi. Ancak milletimiz, her defasında gem vurulan istikbaline bu sefer sahip çıkarak, hiçbir gücün, halkın egemenliğinden daha güçlü olmadığını gösterdi. Tek silahı bağımsızlık düşüncesi ve imanı olan bu millet, Çanakkale ruhunun nasıl bir ruh olduğunu, tüm dünyaya yeniden gösterdi. Bizler zaten biliyorduk, ancak bilmeyenler çok iyi bir şekilde öğrendiler ki, bu millet kimsenin önünde eğilmez. Değil on altı, gerekirse yüz on altıncı devletini kurar ancak yine boyun eğmez. Bu ülkede Ömerler bitmez, ezanlar dinmez, bayrağımız inmez. Cenk meydanında nice koç yiğit Din ile yurt için oldular şehit Ocağı tütsün, sönmesin ümit Şehidi mahzun etme Yarabbi! Soyunu zebun etme Yarabbi! Minareler süngü, kubbeler miğfer, Camiler kışlamız, müminler asker, Bu ilahi ordu dinimi bekler, Allahu Ekber, Allahu Ekber. Ziya GÖKALP

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Adalet Yürüyüşü mü?

Bilindiği üzere, CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasının ardından, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Ankara’dan İstanbul’a uzanan bir yürüyüş gerçekleştirdi. ‘‘Adalet Yürüyüşü’’ ismi verilen bu süreç neyse ki olaysız bir şekilde sona erdi. İstanbul’daki Maltepe Meydanı’nda yapılan miting ile sonlanan bu sürecin iki temel amacının olduğu söylenebilir. Bunlar, Kemal Kılıçdaroğlu’nun parti içindeki konumunu sağlamlaştırma isteği ve başkanlık referandumunda elde edilen blok oyların canlı tutulma hedefidir. ‘‘Ne yani? Kılıçdaroğlu iş olsun diye mi yürüdü, ülkede hiç mi adaletsizlik yapılmadı?’’ derseniz, tabi ki yapıldı. Çalınan sınav soruları, FETÖ tarafından atılan iftiralar, meslekten ihraçlar, liyakatsiz atamalar, usulsüzlükler… Bunların hepsi yapıldı. Gün geldi devran döndü. Ayak iken baş olanlar, şimdi ayaklar altında. Ancak burada hassas bir denge olmalı. Zalimden hesap sorarken, onun yöntemleriyle değil, hakça davranılmalı. Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın dediği gibi, altı ibadet olan ve tamamen samimi duygularla bu yapıya kendini adamış olan insanların masumiyeti göz önüne alınmalı. Göz önüne alınmalı ki adalet, sadece seçkinlerin adaleti olmasın. İşte bu noktadaki şikâyet ve taleplerden temellenen Kılıçdaroğlu, esasen akılcı bir yol seçti. Ülkemizde geçmişten günümüze dile getirilmekle birlikte, son yıllarda daha da yaygınlaşan özgürlük ve adalet söylemlerini hareket noktası olarak belirleyen ana muhalefet lideri, hiçbir ayrım gözetmeksizin ülkenin tüm vatandaşlarını kapsayacak bir yöntem belirledi. İdeoloji ve parti sloganlarından soyut bir şekilde ‘‘hak, hukuk ve adalet’’ sloganlarıyla geçen mitingde, Ergenekon ve Balyoz mağdurlarından, Mavi Marmara ve 15 Temmuz şehitlerine uzanan geniş bir kitleye seslenildi. Zati bu nedenledir ki halk nazarında da karşılık buldu. Nitekim Emre Kongar’ın ‘‘Hayal bile edemezdik’’ ifadesi yerinde bir tespit olmuş. Gerçekten de CHP’liler dahi belki de böylesine bir katılım beklemiyordu. Velhasıl her şey olması gerektiği gibi oldu ve bitti. Kılıçdaroğlu’nun dile getirdiği usulsüzlükler, haksız atamalar, liyakat kavramının hiçe sayılması gibi uygulamalara ben de karşı sonuna dek karşı çıkıyorum. Az bir zaman öncesine kadar FETÖ tarafından yapılan bu haksızlıkların hesabını, hakkım olarak, kuruluşundan bu yana desteklediğim AK Parti’den soruyorum. Yapılan yanlışlık ve aldanışların bir daha olmamasını da tüm kalbimle diliyorum. Umarım devletimiz, bünyesine çöreklenen bu habis yapıyı söküp atmak için başka cemaat ve yapılardan medet ummadan, hak ve liyakat prensibince hareket ediyordur. Birde madalyonun öteki yüzüne bakalım. Ülke gündemini bir anda değiştiren Berberoğlu, MİT tırlarının FETÖ mensubu hainlerce durdurulması olayını servis ettiği iddiasıyla 25 yıl ceza aldı. Bu noktada uzun süre üzerinde durulan konu, gazetecilik faaliyetleri ve haber yapma özgürlüğü oldu. Ancak unutulmamalıdır ki, söz konusu ülke ve milletin istikbaliyse özgürlük dahi arka plana alınabilir. Tabi ki bu benim şahsi düşüncem. Bilindiği üzere devletler gerektiğinde örtülü ve doğrudan operasyonlar yaparak, ülkelerinin bekalarını korumakla mükelleftirler. Bu zaman zaman dış politika yapıcılarının yanlış hamleleri nedeniyle olumsuz sonuçlansa da, temel amaç ülkenin yararıdır. Doğrudan Başbakanlık’a bağlı MİT tarafından organize edilen ve karayolu ile Suriye’deki Türkmenlere ulaştırılması planlanan tırların, FETÖ’cü hainler tarafından durdurulması olayı gerek ulusal gerekse uluslararası basında yer aldı. Aynı bayrak altında görev yapan kolluk kuvvetlerinin birbirlerine silah çektiği, MİT mensuplarının derdest edilerek gözaltına alındığı bu olay, Türkiye’nin imajını hayli etkiledi. Bununla da kalınmayarak hiçbir dayanak olmadan, söz konusu tırların kanlı terör örgütü DEAŞ’a götürüldüğü iftirası ile AK Parti Hükümeti ve esasında ülkemiz karalanmaya çalışıldı. Mevcut yönetimi devirmek için böylesine gözü dönen bu yapılara hizmet ettiği ifade edilen Can Dündar ve Enis Berberoğlu gibi isimler ise vatana ihanet suçuyla yargılandı. Yargılanmalı da. Her kim ki bu ülkenin ekmeğini yiyip, hainlik ediyorsa, merhamet gösterilmemeli. Ancak Ergenekon-Balyoz ya da 3 Temmuz süreçlerinde düşülen hatalara düşmeden. Zalim de olsa hain de olsa adaleti elden bırakmadan gerekenler yapılmalı. Bu hem dinimizin hem de bin yıllık devlet geleneğimizin gereğidir. Hz. Ömer’in dediği gibi ‘‘Adalet mülkün temelidir.’’ Allah’ın (cc) isimlerinden olan Hakk, işte bu nedenle bu denli önemlidir. Şüphesiz ki Allah’ın adaleti, zamanı geldiğinde yerini bulur. Ancak gönül isterdi ki dünyevi adalette bu kadar atalet olmasaydı. Kılıçdaroğlu, keşke Baykal’a kaset kumpası kurulduğunda, bu yürüyüşü yapsaydı. Keşke Baykal, okyanus ötesinin samimiyetine inanmak yerine biraz daha cesur olsaydı. Keşke Erdoğan, Ergenekon davalarının savcısı olmak yerine, gerçek adaletin peşinde olsaydı. Ve keşke Bakunin’in o meşhur sözü, günümüzde geçerliliğini çoktan yitirmiş olsaydı. Selametle… Yurtta birkaç can olmaz Birden çok vicdan olmaz Ortaklı canan olmaz La ilahe illallah. (Ziya Gökalp)

2 Temmuz 2017 Pazar

Yakılan Yıllarımız

Sivas katliamının üzerinden tam 24 yıl geçti. 2 Temmuz 1993 günü Pir Sultan Abdal Şenliklerine katılmak için Sivas'a giden aydın ve sanatçılardan 33’ü, kaldıkları otelin yakılması sonucu hayatını kaybetmişti. Bu vahşetin mağdurlarından en yaşlısı altmış altı yaşındaki Asım Bezirci, en genci ise folklor gösterisi için Sivas’a giden on iki yaşındaki Koray Kaya’ydı. Aslında katliamdan iki gün önce dağıtılan bir bildiri, 2 Temmuz’da neler yaşanacağının habercisi olmasa da, işaret gibiydi. Bildiride Aziz Nesin’in o sırada başyazarı olduğu Aydınlık gazetesinde yayımlanan Salman Rüşdi’nin ‘‘Şeytan Ayetleri’’ kitabından bahsedilmiş, Nesin hedef gösterilmişti. Hint asıllı bir İngiliz olan S. Rüşdi’nin, Hz. Muhammed’e bildirilen Hacc Sure’sinin, İblis tarafından tahrifata uğratılmasını konu alan ‘‘Şeytan’ın Ayetleri’’ kitabının çevirisini yapacağını ifade eden Nesin’in bu ifadeleri olayların tetiğini çekmişti. Öyle ki İran lideri Ayetullah Humeyni’nin, ölüm fetvası verdiği Rüşdi’nin bu eseri, tüm Müslüman toplumları rahatsız etmişti. Komik hikâyelere imza atan yazar Nesin, bu defa izleri uzun yıllar kalacak bir trajedinin kahramanı oldu. Öyle ki, Sivas'ta çok sayıda ölüm ve yaralanmayla sonuçlanan arbede, Nesin’in merkezinde bulunduğu yoğun tahriklerle meydana geldi. Ancak bu üzücü olayın hazırlığı çok önceden yapılmış olmasa, Nesin’in, Pir Sultan Abdal şenliklerinde söylediği birkaç münasebetsiz cümle bu kadar tepkiye yol açmazdı. Ülkenin huzur ve istikrarını, devletin ise otoritesini yok etmek isteyen bazı iç ve dış mihraklar yeni bir senaryoyu devreye sokmuşlardı. Yıllardır kullanılan bilinç ve eğitim yoksunu bir kesim ise bu işte yine piyon olarak seçilmişti. Kendi çıkardıkları vahşeti, ‘‘Cehennem ve Allah’ın Ateşi’’ olarak görmekten çekinmeyen katiller sadece oteli ve içindekileri değil aslında ülkenin geleceğini ateşe vermişti. En üzücü olan noktalardan birisi ise Başbakanlık görevine geleli henüz bir hafta olan Çiller’in "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir." ifadeleriydi. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise olayın münferit olduğunu ve Alevi-Sünni çatışmasına dönüşmemiş olmasını vurguluyordu. Demirel son derece haklıydı. O dönem yükselişe geçen irtica söylemleri ve mezhep çatışmaları bu olayla zirve yapmıştı. Sonuç olarak bir yandan ekonomik buhranlar diğer yandan ise siyasi ve toplumsal olaylar ile gemlenmeye çalışılan Türkiye’de, kargaşa ortamı için uygulamaya konulan yeni olaylar zincirinin halkalarından olan Madımak Olayları, ülkenin tarihinde kara bir leke olarak yerini aldı. ''Aslımız Muhammet kıyman cellatlar Üstümüzde bite davacı otlar Ölüm Allah emri ya eziyetler Açılın kapılar Şah'a gidelim. . Her nereye gitsem, yolum dumandır Bizi böyle kılan, ahd-ü amandır Zincir boynum sıktı hayli zamandır Açılın kapılar Şah'a gidelim.''

28 Haziran 2017 Çarşamba

Biraz Edep Biraz İzan

Mübarek ramazan ayını geride bıraktık. Kimisi güneşin altında çalışırken orucunu tuttu, kimisi tatil bölgelerinde güneşlenirken içkisini yudumladı. Kimseye bir şey diyemem. Zaten bu ne haddim ne de görevim. Ancak son zamanlarda yeni bir tezgâhın nüvelerimidir bilinmez ortalıkta ahlak bekçisi kesilenler türedi. ‘‘Neden açık giyinmişsin tahrik oldum’’ diyerek kadına tokat atanı mı dersiniz, tekmeleyeni mi dersiniz, ‘‘Yolda el ele yürüyemezsiniz’’ diyerek saldıranı mı dersiniz, hepsi var. Tabi dolmuşta bir genç kızın başörtüsünü başından çekip, etrafa nefretini kusan kadını da unutmamak gerek. Sözüm hepsine! Yahu bre haysiyetsizler size ne? Sizi bunları yapmak için devlet mi görevlendirdi, millet mi yoksa Allah mı? Yüce dinimizde bile dinde zorlama yoktur denmişken siz kim ya da neyden temelleniyorsunuz? O kuş kadar aklınızdan mı yoksa doğuştan sakat olan imanınızdan mı? Güzel bir sözümüz vardır. ‘‘Her koyun kendi bacağından asılır’’ diye. Öyle ki anne ve babanın bile çocuğuna yardım etmeyeceği ahiret gününün hesabında herkes yaptığı ve yapmadıklarının sorumlusu olacakken siz neyin peşindesiniz? İşte asıl hainler bu habis zihniyetli insanlardır. Seksen milyon vatandaşın yaşadığı bu ülkede bin bir çeşit insanımız var. Bu insanların sosyal harcı ise bana göre milliyet ya da dini inançtan önce hoşgörü ve uzlaşı olmalıdır. Topluma ve devlete zarar verilmediği müddetçe herkes istediğini yapmakta serbesttir. Tabi bu ifadelerimden ramazan ayının önemini kavrayamamış olanlara destek verdiğim de düşünülmesin. Ancak Fransız yazar Voltaire’nin bir sözü var ya ‘‘I Disapprove of What You Say, But I Will Defend to the Death Your Right to Say It’’ (Fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi ifade edebilmeniz için canımı bile veririm) diye işte benim de durumum aynen öyle. Lakin onlara da birkaç kelam etmeden geçemeyeceğim. Altını çizerek yeniden ifade ediyorum… Bu dünyada da, diğer âlemdeki mizan önünde de herkes kendi amellerinden sorumludur. Ancak gördüğüm bazı manzaralar karşısında da üzülmüyor değilim. Eskiden hastalık ve ya benzeri bir durumdan ötürü oruç tutamayan insanların gizli saklı, utana sıkıla bir şeyler yiyip içtikleri zamanlardan, şimdi tüketilen alkollü içeceklerin fotoğraflarının paylaşıldığı bir döneme geldik. Eskiden Müslümanlar ile komşu olan gayrimüslim tebaanın bile ramazan aylarında çocuklarına ‘‘Sokakta bir şey yiyip içmeyin. Müslüman komşularımıza ayıp olur’’ diyerek nasihat ettiklerini büyüklerimizden duymuşuzdur. Peki… Şimdi ne oldu da bu kadar duyarsızlaştık? Evet... Özgürlük gerçekten en önemli değerlerimizden biri olmalı, lakin saygı da en az onun kadar önem verilmesi gereken bir kavram. Yani bunun milliyetle, dini inançla ya da başka bir nosyon ile alakası yok. Tamamen insani bir durum. Velhasıl diyeceğim laiklik, sekülerlik ve dahi hiçbir şey ‘‘insan’’ olmanın önüne geçmemeli… İnsana önce insan olduğu için değer vermeli ve saygı duymalıyız. Esenlikle… İnsan insan derler idi, İnsan nedir şimdi bildim Can can deyu söylerlerdi Ben can nedir şimdi bildim (Muhyiddin Abdal)

YA KATAR YA BATAR

Geçtiğimiz hafta Mısır, S. Arabistan, Bahreyn, BAE, Libya, Yemen ve Maldivler, terör örgütlerini desteklediği gerekçesiyle Katar’a ambargo uygulayacağını açıkladı. İsrail’e karşı bile böylesine yekvücut olamayan Arap liderler, kendi ümmetinden biri söz konusu olunca ‘‘mukaddes’’ bir ittifak içerisine girdiler. Peki… Ne oldu da pek muhterem Arap liderler Katar’a karşı böylesine sert bir tavır aldı? Aslında soruyu yanlış sordum… Alınan bir şey yok ‘‘aldırıldı’’ demem daha doğru olur. Bilindiği üzere üç dinin başkentleri gezisi kapsamında Vatikan ve İsrail ile birlikte S. Arabistan’ın da (Riyad) yolunu tutan Trump, gitmişken 110 milyar doları silah ticareti olmak üzere yaklaşık 360 milyar dolarlık ticaret antlaşması imzaladı. Arabistan’daki buluşmaya Mısır’daki Pi’Sisi başta olmak üzere Körfez ülkelerindeki kukla liderleri de (ki ben onlara modern sömürge valileri diyorum) çağırdı. Trump’ın bu zorunlu davetine Katar Emiri Şeyh Temim katılmayı reddederken, Suudi Kral’ın ricasını geri çeviren Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan da iştirak etmedi. Dünya Trump’ın eşi ile olan el tutma sürtüşmesine yoğunlaşırken, Trump el altından Ortadoğu siyasetinde yeni bir gerilimli sürecin temelini attı. Peki… Trump ve arkasındaki ABD oligarşik bürokrasisi neyi amaçlıyor? Şimdiye kadar süt liman olan İran’da peşi sıra gerçekleştirilen terör saldırıların anlamı ne? Ve ne gariptir ki Katar’ı teröre destek vermekle suçlayan S. Arabistan, nasıl oluyor da İran tarafından aynı sebeple suçlanıyor? Alt zeminde Katar’ın tedip edilmesi, İran-Körfez kutuplaşmasına hazırlık ve Hamas dahil Müslüman Kardeşler’in (İhvan-ı Müslimin) tümüyle tasfiyesi bulunuyor. Zaten bu işin arka planında Dahlan denen piyon zatın (ben mecburen zat diyorum siz serbestsiniz) yer alması, bölgede topyekûn bir savaşın başlatılmak istendiğini göstermekte. Obama’nın İran ile nükleer antlaşma yapıp Irak ve Suriye’yi, İran’ın etkisine bırakması, Trump tarafından tersine bir düzlemde derinleştirilmekte. Öyle ki mevcut gelişmeler ne yazık ki bölgesel güçlerin vekâlet savaşları ile değil artık bizatihi bir çatışma sürecine gireceğine dair sinyaller vermekte. Velhasıl batı, sıkıntı yaşadığı iki önemli konu olan Müslüman Kardeşler ve İran tehdidini yine Arapları kullanarak çözmek istiyor. Anlayana… Hani bir söz var ya çok sevdiğim… Bizsiz yetmezdi bize güçleri, bizimle güçlenerek yettiler bize… İşte aynen o durumu yaşıyoruz. Hem de bir asrı aşkındır. Uygulanmak istenen bu politikaların en kazançlı ülkesinin kim olduğunu söylemeye gerek var mı? İsrail… Yıllardır bölgedeki ülkelerin özellikle Sünni-Şii ekseninde çatışmalarını sabırsızlıkla bekleyen İsrail’in şu aralar hiç sesi soluğu çıkıyor mu? Neden çıksın ki… Bakalım önümüzdeki günler neler getirecek. Katar Emiri’nin, Trump’a karşı direnebilmesi güç görünüyor. Hele ki ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük askeri üssünün Katar’da olduğunu düşününce… Lakin Şeyh, ambargo ve ABD’ye karşı dik durmak düşüncesindeyse tavsiyem en yakın akrabalarını dahi bir şekilde bertaraf etmesidir. Nitekim Katar’da böylesine bir askeri güce sahip olan ABD’nin, taht meraklısı bir hanedan mensubuna destek verip darbe yaptırması işten bile değil. Süreci Türkiye zaviyesinden değerlendirecek olursak ise bir yandan S. Arabistan gibi tamamen kendine bağlı bir peyk daha oluşturmak isteyen ABD, diğer taraftan da Türkiye’ye azımsanmayacak derecede akan Katar sermayesinin önünü kesmek için elinden geleni yapmakta. Böylece belki de son kozu olan ekonomi silahı ile Türkiye’nin üzerine gelmeyi planlayan batı aklı, Türkiye halkının şimdi de cebine gözünü dikmiş görünmekte. Çünkü Katar her ne kadar küçük bir ülke olsa da özellikle sahip olduğu doğal kaynaklar çerçevesinde dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer almakta ve Türkiye ile enikonu artan bir ticaret hacmine sahip. Nitekim Türkiye de gerek yaptığı açıklamalar gerekse vereceği askeri eğitim desteği bağlamında Katar ile olan müspet ilişkilerini devam ettireceğini net bir şekilde ifade etti. Ve asıl derdimi en sona bıraktım… Siz de hiç soruyor musunuz? ‘‘Müslümanların hali ne olacak diye’’ Aynı dinin, aynı tarihin ve aynı toprakların insanları birbirlerine neden bu kadar düşman? S. Arabistan’ın 650-700 milyar dolarının ABD bankalarında blokede olması mı Kral’ın elini kolunu bu denli bağlayan? Kalemle çizilen sınırlarla bizi ayırdıkları yetmiyormuş gibi neden hala daha da uzaklaşıyoruz birbirimizden? Onlar Ortodoks-Protestan ve Katolik gibi ayrımlarını bininci plana atıp kalan tek dişlerini boğazımıza geçirmişken, biz neden çatışmak ve bölünmek için bu kadar hevesliyiz? Kur’an ve sünnetin hikmetleriyle uyanmadık anladım… Yahu hiç olmazsa düşmanın saldırılarıyla uyanalım artık! Benlik hevesiyle bölünüp ayrıldığımız için değil mi yıllardır çekilen bu kadar zulüm? Biz bize zulmettiğimiz için, düşmanda şimdi bize zulmetmiyor mu? Müslüman âleminin içerisine düştüğü bu durumu görünce bir kez daha inanıp tasdik ediyorum ki ‘‘biz’’ varken düşmana ihtiyacımız yok. Ne diyeyim… Allah (cc) bu mübarek ramazan ayının hürmetine ülkemiz başta olmak üzere tüm Müslüman âleminin hamisi ve şefaatçisi olsun. Biz, kısık sesleriz... Minareleri, Sen, ezansız bırakma, Allah'ım! Ya çağır şurada bal yapanlarını, Ya kovansız bırakma, Allah'ım! Mahyasızdır minareler... Göğü de Kehkeşansız bırakma Allah'ım! Müslümanlıkla yoğrulan yurdu, Müslümansız bırakma, Allah'ım! Bilelim hasma, karşı koymasını; Bizi cansız bırakma, Allah'ım! Yarının yollarında yılları da, Ramazansız bırakma, Allah'ım! Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız Ve vatansız bırakma, Allah'ım! (Arif Nihat Asya)

HAK ve LİYAKAT

Birkaç ay önceki bir yazımda akademik personel alımlarında dönen ‘‘referans’’ (ki biz ona halk ve hak dilinde torpil diyoruz) durumunu ele almıştım. Öyle ki yüz binlerce genç gibi ben de bu alım oyunlarından bir hayli muzdarip olmuştum. Hatırlasanız birçok devlet üniversitesinin öğretim/araştırma görevlisi alım ilanlarına başvurup ve dahi sıralama da birinci olmama rağmen kadroya alınmayınca BİMER ve Cumhurbaşkanlığı’na şikâyet mektupları yazmıştım. Mektuplarım önce YÖK’e daha sonra ise üniversitelere bir bir ulaştı. Verdikleri cevapları burada yazmaya gerek dahi görmüyorum. Çocuk güldüren cinsten... Hele ki bir tanesine güleyim mi ağlayayım mı doğrusu bilemedim. Muhterem idareciler aynen şöyle yazmış: ‘‘Ülkemiz malum zorlu bir süreçten geçmektedir. Zamanında yapılan alımlarda da yapılanlar ortada. O yüzdendir ki artık çok dikkatli davranıyoruz.’’ Ha bir de üniversitemiz ve çalışanlarımızı töhmet altında bırakmayınız diyordu. Eyvallah… Zat-ı muhteremler o kadar dikkatli alım yapıyorlar ki bizzat akraba hatta aile içinden olmadıkça güvenemiyorlar zahir. Nitekim birkaç gündür Pamukkale Üniversitesi Rektörü Hüseyin Bağ’ın, eşini İslami Bilimler Enstitüsü’ne atadığına dair haberler basında yer almakta. Meşruiyet kaynağı olarak da söz konusu kadro için eşinin ‘‘şartları’’ sağladığını ifade etmiş. Yapacağınızı yapıyorsunuz bari milletin aklıyla dalga geçmeyin yahu. Şarta göre adamın değil, adama göre şartın koyulduğunu siz de, biz de, Allah da biliyor. Yıllarca devletin tüm dinamiklerine yerleşen FETÖ unsurları ile mücadeleyi böyle mi yapıyorsunuz? Hani hak hani liyakat hani adalet? Yaşananlardan hiç mi ders alınmadı? Allah’ın ismi olan Hakk’a göre davranmak bu kadar mı zor? Bu soruyu sorunca da Adıyaman Milletvekili M. Metiner’in birkaç yıl önce bir TV programında sarf ettiği sözleri anımsadım. Ne diyordu Sayın Vekil? ‘‘Siz Cuma namazı hutbelerinde her hafta ne okunur bilmiyor musunuz? Akrabalarını koru kolla denir…’’ Ardından ise kendisini biraz daha zorlayan program sunucusuna; ‘‘Valla sen Allah’ın ayetine bile karşı geliyorsan yapacak bir şey yok…’’ demişti. Ne diyelim… Siz bu zihniyetteyseniz ‘‘Valla bizim de yapacak bir şeyimiz yok.’’ Şimdi eminim ki önümüzdeki günlerde Rektör Bey’in hanımı (belki kendisi de) istifa edecek. Ama bu durum ne ilk ne de son olacak. Malum nepotizm artık kanımıza işlemiş!.. Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a buradan sesleniyorum. Gerek partisinde gerekse devlet kurumlarında ki yozlaşmış yapıyı görsün. Nasıl ki bu millet 15 Temmuz Gecesi devletine sahip çıktıysa, kendisi de devletin başı olarak milletine sahip çıksın. Kendisinin dilinden pek çok kez duyduğumuz Hakk’ı tutar kaldırırım mısralarının gerçekliğini bizlere göstersin. Zalime zalimin yöntemiyle karşılık verilirse ondan ne farkımız kalır. Biz biliriz ki balçık, balçıkla temizlenmez. Umarım yeni dönemde yeni yüzler ve isimlerle yola çıkılır. Yenilenen MKYK listesi bir nebze de olsa beni umutlandırdı. Dilerim devamı radikal bir şekilde devam eder. Şimdiye kadar yapılan ve yapanlara diyeceğim ise: Unutmayın ki Yüce Allah imhal eder ama asla ihmal etmez. Ve Hak’k kulundan intikamını yine kulunun eliyle alır. İlm-i ledun bilmeyen bunu kul yaptı sanır. Selametle…

UNUTTURULAN TARİHİMİZ

Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han? Feryâdım varır mı bârigâhına? Ölüm uykusundan bir lâhza uyan, Şu nankör ……… bak günâhına. Târihler ismini andığı zaman, Sana hak verecek, ey koca Sultan; Bizdik utanmadan iftira atan, Asrın en siyâsî Padişâhına. Son birkaç yıldır özellikle TRT’de tarihimizi yeniden yaşatan projeler yapılmakta. Diriliş Ertuğrul, Filinta, Osmanlı Tokadı ve son olarak da Payitaht Abdülhamid… Yıllarca Kızıl Sultan olarak tanıtılan, zalim bir diktatör olduğu söylenen Sultan Abdülhamid’in bir tespihin taneleri kadar süren 33 yıllık hükümranlığı Hasta Adam’ın belki de yeniden ayağa kalkacağı bir dönem olacaktı. Maalesef olmadı… Tabi ki imparatorlukların yıkılıp ulus devletlerin yükselişe geçtiği bir çağda Osmanlı da bu süreçten nasibini alacaktı… Aldı da… Ancak gönül isterdi ki atalarımız olan Osmanlı Hanedanı’na gereken ihtiram gösterilsin. Aksine tarihimizi unutturmak ve yeni bir Türk kimliği odaklı bir tarih oluşturmak için politikalar üretildi. Konjonktürel şartlara bakıldığında dönemin politika elitlerinin haklı sebepleri olabilir. Küçülerek büyüyen bir ülke olan Türkiye’nin o zamanlar belki statükodan başka bir seçeneği yoktu. Vatanın selamet ve bekası bunu gerektiriyordu. Ancak zaman gösterdi ki ne kadar unutturulmaya çalışılsa da millet tarihini, ecdadını ve ümmetini unutmamış. Öyle ki bahsettiğim bu dizilere olan rağbet bir hayli fazla. Hem de sadece ülkemizde değil Arap ülkeleri başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde izlenmekte. Nitekim Sultan 2. Abdülhamid'in torunu ve dizinin danışmanı Osmanoğlu, ‘‘Payitaht Abdülhamid’’ dizisinin özellikle Arap coğrafyasında müthiş bir izleyici kitlesi oluşturduğunu, televizyon yayını olmamasına rağmen sosyal medya üzerinden takip edildiğini ifade etti. Tabi böylesi bir diziye karşı olanlar da yok mu? Tabi ki var… Zamanında Abdülhamid’e karşı olanların torunları bugün boş durur mu hiç? Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü meşhur Kati var ya Kati Piri… Hazırladığı rapor taslağında 397 değişiklik önergesi vermiş. Önergeler arasında en dikkat çekenlerden birisi de TRT’deki Payitaht Abdülhamid dizisiyle ilgili olanı. Değişiklik önergesinde, dizide Yahudi karşıtı söylemler kullanıldığı belirtilerek bu durum güçlü şekilde kınanıyor. Türk yetkililere de ‘‘toplumdaki antisemitizmin her türüyle ciddi mücadele’’ çağrısı yapılıyor. Önergenin metne dâhil edilip edilmeyeceği 20 Haziran'da AP Dışişleri Komisyonu'nda yapılması öngörülen oylamada belli olacak. Bakalım ne olacak… Onlar deliredursun, diyeceğim artık devletimiz de milletimiz de tarihine ve ecdadına sahip çıkıyor. Ancak dileğim bu işin sadece dizilerle kalmaması. İnsanımızın kitaplarda, eserlerde tarihini daha yakından tanıması… Gönül ister ki Gazi Osman, Ahmed Muhtar, Fahreddin Paşalar ve onlar gibi göğsünü vatan için siper etmiş nice şehidimiz tanınsın, bilinsin. Yıllarca Araplar bizi sırtımızdan vurdu yalanı hafızalardan silinsin. Birkaç aşiret ve hain emirin yaptıkları ecdadımıza, kadim halklarımıza mal edilmesin. Sahi hiç düşündünüz mü yanı başımızda bir bölge olan ve dahi ülkemizin de ait olduğu bu topraklara neden ‘‘Ortadoğu’’ dediğimizi? Kendi topraklarımızı, atalarımızın kanının suladığı, kardeşlerimizin yaşadığı toprakları ‘‘batı’’ gözüyle gördüğümüz için. Evet onların konumları itibariyle burası Ortadoğu olabilir ancak bizim için değil. Burası bizim, ecdadımızın, atalarımızın, kardeşlerimizin toprakları. Velhasıl diyeceğim biz tarihimizle, ecdadımızla biriz, bütünüz. M. Kemal Atatürk de bizim değerimiz, Abdülhamid de hatta Enver de… İzmir Marşı da bizim Mehter Marşı da… Rahmetli Dışişleri Bakanlarımızdan İsmail Cem’in dediği gibi ‘‘Türkiye artık tarihine, mirasına sahip çıkmalıdır. Bu bölgenin barış ve refahını batılı ülkeler değil yine bu bölgenin halkları kuracaktır.’’ Rahmetli Cem belki göremedi ama ne mutlu ki Türkiye bugün tarihine de mirasına da sahip çıkıyor. Bu aralar dönemsel olarak sıkıntılı bir süreçten geçilse de inanıyorum ki şuan ki ‘‘Değerli Yalnızlığımıza’’ rağmen Türkiye, bölgenin felahı için her zaman kilit ülke olacaktır.

NOKTALI VİRGÜL

ABD’nin YPG’ye ağır silahlar verme düşüncesi, gergin olan Türk-Amerikan ilişkilerini daha da hararetlendirdi. Öyle ki Cumhurbaşkanı Erdoğan; ‘‘Virgül değil nokta koymaya gideceğiz’’ diyerek durumun vahametini net bir şekilde ifade etti. Evet… ABD başkanlarıyla görüşmeler hep önemli olmuştur ama bu seferkinin ayrı bir ehemmiyetinin olduğu açık. Ortadoğu kaynıyor, yanı başımızdaki harita yeniden şekilleniyor. Esasen sadece Ortadoğu değil ABD’nin içi de kaynıyor. Sıra dışı ve çok tartışmalı bir başkan olan Trump, ABD’nin ‘‘eşsiz dengesini’’ bozdu. Öyle ki Amerikan siyasetini iyi bilenler ‘‘devlet’’ ile başkanın arasının hiç bu kadar açılmadığını söylüyorlar. Zira Trump’ın aklı masanın karşı tarafında oturan Türk tarafındakilerle değil, kendi tarafında oturanlarla ne yapacağındaydı sanki. Şimdi üç dinin başkentleri kalıbına uydurup İsrail, Suudi Arabistan ve Vatikan gezisine çıkacak ama aklı geride kalacak. Yaptığı ve yapacağı her şeye kuşkuyla bakan bir kadroyla çalışmak zorunda bir ABD Başkanı Trump, hem de daha yolun başındayken. Dolayısıyla, ABD YPG’ye silah yardımı yapacağını ilan etti ancak Trump’ın bu kararın neresinde olduğu tartışılır. Biliyoruz ki Saray’a kim çıkarsa çıksın Amerikan oligarşik bürokrasisi gücünü muhafaza etmeyi başarmıştır. Zati ABD Başkanı da mevcut kriz hususunda PYD’nin adını anmayarak; Türkiye’ye, PKK ile mücadelede senin yanındayım ama PYD konusunda ayrı düşünmeye ve hareket etmeye devam edeceğim izlenimini açık bir şekilde verdi. Buna karşılık terör örgütlerinin bölgenin geleceğinde yeri olmadığını belirten Erdoğan ise, şunları söyledi: ‘‘Özellikle YPG/PYD terör örgütünün hangi ülke tarafından olursa olsun muhatap olarak alınması bu konuda küresel düzeyde varılan mutabakata kesinlikle uygun değildir.’’ Velhasıl Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’nin bölgede ve başta Suriye’de oynayabileceği rolü anlatarak, Trump’ı PKK ve YPG gibi bir terör örgütleriyle yan yana gelmenin ABD zaviyesinden tehlikesine ikna etmeye çalıştı. Trump ise Türkiye’ye güvenlik garantisi vererek Suriye’de bir sonuca gitmenin bölge açısından önemini vurguladı. Yani iki ülke arasındaki ilişkilere nokta değil şimdilik noktalı virgül konuldu diyelim. Ha bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ABD ziyaretini Menderes’in 1959’daki ziyaretiyle bir tutanlara da son bir hatırlatma yapayım. Erdoğan, darbeyi bastırdıktan sonra ABD’ye gitti, Menderes gibi darbeden önce değil. Selametle…

BİZ BİZE YETERİZ

Osmanlı paşasının kâhyası bir bayram sabahı paşayı uyandırmış; ‘‘Paşam komşu konağın efendisi zat-ı âlinize bayram hediyesi olarak kefen bezi getirmiş. Ölür müsünüz yoksa öldürür müsünüz?’’ demiş. İşte bizim Avrupa Birliği ile olan ilişkimiz de aynen bu hale geldi… Yıllardır süren müzakerelerle Türkiye’yi adeta ‘‘eşik bekçisi’’ olarak gören Avrupa, şimdilerde daha keskin ifadelerle bizi tehdit ediyor. Neymiş efendim… Alman ‘‘Die Welt’’ gazetesi, önümüzdeki hafta yapılacak AB Dışişleri Bakanları toplantısının gündem maddeleri arasında Avrupa Birliği ile Türkiye'nin 2005’ten bu yana sürdürdükleri üyelik müzakerelerinin durdurulmasının da bulunduğunu iddia etmiş. Yine gazetenin iddiasına göre ‘‘Türkiye’de insan hakları, özgürlük ve demokrasi ilkelerinin ciddi ve sürekli ihlal edildiği’’ gerekçesiyle AB’nin 28 üyesinden 18’inin müzakereleri durdurma kararı alması mümkünmüş. Bu şekilde AB nüfusunun yüzde 65’ini temsil eden 16 üye devletin onayı ile 2005’teki Müzakere Zaptının 5’inci maddesine dayalı olarak müzakereler durdurabilecekmiş. Merak ediyorum bu ‘‘efendiler’’ gerçekten kendilerini doğruluk, iyilik ve demokrasi havarisi olarak mı görüyorlar yoksa kendilerinin bile inanmadıklarına dünyayı mı inandırmaya çalışıyorlar? Milyonlarca Müslüman ölüyorken vebadan kaçarmışçasına kapılarını kapatıp, tel örgüler çekenler acaba kimler? ‘‘Adamların umurunda mı?’’ dediğinizi biliyorum. Haklısınız. Hatta eklemesini yapayım. Milyonlarca insanı evinden, ailesinden, canından, yurdundan eden yine bu adamların ağa babaları değil mi? Bu adamlar değil mi Türkiye’nin dikta rejimine evirildiğini ifade edip darbeci Sisi’ye kucak açan? Yine bunlar değil mi Suudi Arabistan’ı ılımlı hatta demokratik görüp Suudi ailesiyle can ciğer kuzu sarması olan? Ama sahi… Menfaatler örtüşünce İblisle bile aynı çuvala girebilecek olan bu adamların umurunda mı evrensel demokrasi değerleri? Yıllardır süre gelen AB sevdasının ardından artık gerek devletimiz gerekse milletimiz bunun sonu gelmez bir macera olduğunu anladı. Öyle ki Cumhurbaşkanımız konuşmasında şunları ifade ederek gerçekleri dile getirdi; “...AB’nin tavrı, Türkiye’ye verdiği sözü tutmak istemediğinin tavrıdır. Kendileri bilirler. Türkiye AB ile ilişkilerinde hep veren taraf, hep sözünü tutan taraf olmuştur. Ülkemizin 53 yıl kapıda bekletilmesi bizimle ilgili görüşünü göstermiştir. AB, Türkiye’yi tam üye yapacaksa hiçbir engel bulunmuyor, biz hazırız. Artık bu oyunun da sonuna geldik, bunu bilmeleri lazım. Lafı dolandırmanın, diplomatik cambazlık yapmanın gereği yok. AB kendi günahlarını bizim üzerimize yıkmaya çalışmasın...” Velhasıl dostlar bu oyunun, bu oyalamanın sonuna geldik. AB son tavrı ile Türkiye korkusunu ve İslamafobi’yi açıkça ortaya koyarken, Papa ile verilen resim de “Hıristiyan Birliği” algılamasını ispatladı... İngiltere’nin dahi ayrılmak istediği AB gemisinin artık su almaya başladığı görülmeye başladı. Böylesi bir ortamda batan gemi peşinden gitmem zaten anlamı yok. Biz bizi var eden değerlerimiz ve gerçekten bizden olanlarla yola çıkmalıyız artık. Varsın onlar istediklerini desinler, istedikleri kadar ülkemizi baltalamaya çalışsınlar… Varsın ekonomileri de medeniyetleri de onların olsun… Evliya Çelebi’nin dediği gibi; Geçmem muhannet (namert) köprüsünden su aparsa beni; Yatmam çakal yatağında, aslanlar yese beni. Selametle…

1 NİSAN ŞAKASI

1564 yılında Fransa kralı IX. Charles, yıl başlangıcını Ocak ayının 1. günü olarak kabul eder. Oysaki Avrupa’da kabul edilen yıl başlangıcı 25 Mart’tır. O dönemin iletişim araçlarının şartlarıyla Kral’ın bu kararı geç ulaşmıştır. Duyanlar ise bu kararı protesto ederek eski adetlerine devam etmiş hatta 1 Nisan günü partiler düzenleyerek bu günü Aptallar Günü olarak kutlamaya başlamışlardır. Bu günde herkes birbirine sürpriz hediyeler vererek, gerçek olmayan haberler üretmişlerdir. Velhasıl Ocak ayının yılın ilk ayı olmasına alışılınca, Fransızların 1 Nisan günü de tüm dünyaya bir şaka günü olarak miras kalmıştır. Ülkemizde de 1 Nisan günlerinde insanlar birbirine şaka yapıp eğlenmektedir. Tabi bazen şakaların dozu abartılınca ortaya hiç hoş olmayan durumlar da çıkabilmektedir. Mesela bu yıl Ülker tarafından hazırlatılan ‘’1 Nisan Şakası’’ reklamı gibi… Hakikatten acayip bir süreç yaşıyoruz. Millet olarak kimyamız bozuldu. Ülkemizde uzun süredir yaşanan kritik süreçler olmasa belki de hiç umursanmayacak olan bu reklam filmi ne yazık ki bir anda tüm ülkede huzursuzluğa yol açtı. Öyle ki yüzlerce vatandaş sokaklara çıktı. Hiçte haksız sayılmazlar. Özellikle 15 Temmuz’un ardından baharda yeni bir kalkışmanın yapılacağı gibi söylentiler uzun süredir gündemde yerini koruyorken… Gelelim reklam filmine… "1 Nisan'da küçük kardeşlerin abilerine, ablalarına sürprizleri var!" mesajı ile başlayan bir Ülker reklamı. Sonra "1 Nisan yaklaşıyor, tuhaf şeyler oluyor" ifadesi geliyor. Kanlı bir pastanın servis edilmesinden tutun da bir binanın bombalanmasına kadar enteresan görsellerin olduğu bu reklam en iyimser ifade ile ‘‘korkutucu’’. Böylesi bir reklam filminden ne amaçlandığını kestirmek güç. Ülkenin en önemli firmalarından biri olan Ülker’in böyle bir reklam filmi hazırlatması da en hafif ifadeyle akıl tutulması olarak yorumlanabilir. İnternet üzerinden reklamın uzun halini de izlerseniz sizin de bu reklama müspet bir anlam veremeyeceğinizden eminim. Bildiğiniz üzere özellikle Kurtlar Vadisi dizisi ile gündeme getirilen Ezan’ın tersten okunması ve bunun bazı sapkın örgütlerce yapılması gibi haberler de kamuoyunu bir dönem meşgul etmişti. Ayetlerin tersten okunup, kıblenin tam zıttı istikamette ibadet edilmesiyle yapılan tören ve büyülerle Allah’a (cc) şirk koşmak bir takım sapkın yapılanmaların en alçak ayinlerinden. Sosyal medyada bu reklam filmini araştırırken tersten okunuşu ile ilgili görüntülere rastladım. Ve açıkçası bu durum bana tesadüften öte göründü. Tersten okunduğun da daha da sapkın ifadelerin geçtiği bu filmi çekenlerin hangi inanış ve yapılara hizmet ettiğini tahayyül edemiyorum. Ülker yönetim kurulu başkanı Murat Ülker, konu ile bilgisinin olmadığını ifade edip kumpası kuranlara hak ettikleri cezayı vereceklerini ifade etmiş. Ne diyelim umarım öyle olur… Çünkü Ülker gibi bir firma küresel sularda düşmeye başladığında ülke olarak güç kaybederiz.

Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe

İlkokullarda çoğu kez duymuşuzdur… I. Dünya Savaşı’nda müttefik Almanya’nın yenilmesiyle Osmanlı’nın da yenildiğini… Enver Paşa’nın Alman hayranlığı ve Kayzer Wilhelm ile olan yakın ilişkileri sonucu Cihan Harbi’ne İttifak Devletleri safında giren Osmanlı ne yazık ki çöküşünü hızlandırmıştır. Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini ve İspanya’da Franco gibi dikdatörlerle yükselen faşizm sonucu II. Dünya Savaşı patlak vermiş, Osmanlı’nın yıkılmasının ardından küçülerek büyüyen bir ülke olan Türkiye ise bu savaşta tarafsız kalarak bakiye ve bekaasını korumayı başarmıştır. Nazi dönemi sonrası çöküş sürecine giren Almanya ise rüzgarı tersine döndürerek Avrupa’nın ve dünyanın en muktedir ülkelerinden biri haline gelmiştir. Ekonomisi başta olmak üzere askeri ve siyasi alanda da güç sahibi olan Almanya, Avrupa Birliği’nin de lokomotifi konumundadır. Nitekim milyonlarca Türkiye vatandaşı Almanya’ya işçi olarak göç etmiş ve bu durum Türkiye ile Almanya arasındaki ekonomik ve siyasi bağları geliştirmiştir. Ancak bu bağ karşılıklı çıkar uyuşması gibi görünse de Türkiye’nin yıllar boyunca Avrupa’ya karşı altta kalan ve boyun eğen bir ülke olduğu gerçeğiyle yüzleşmemiz gerek. Yıllarca Türkiye’yi kapısında bekletip kendi toplum yapılarına uygun olan bir düzene evirmek isteyen Avrupa bugün Türkiye’nin en azılı düşmanlarından biri kesilmiş görünmekte. Peki ne oldu da yıllarca ‘‘iyi ilişkiler’’ kurulan Almanya ve diğer birçok Avrupa ülkesiyle aramız bozuldu? Yıllardır aramızdan ‘‘su sızmamasının’’ sebebi, yürütülen rasyonel dış politika mıydı yoksa ‘‘emir erleri’’ olmamız mı? Bugünlerde Almanya ve yaveri Hollanda, Türkiye Cumhuriyeti bakanlarının ülkelerinde konuşma yapmasına dahi izin vermiyor. Onların düzenlerinden ve bizlere çizmiş oldukları çerçevenin dışına çıkmak istememizin cezasını akıllarınca böyle vermek istiyorlar. Hem de yıllarca sundukları o ‘‘hayran olunacak’’ demokrasi değerlerini unutarak… Yıllarca Türkiye kamuoyunda ABD, İsrail ve hatta Rusya’ya karşı olumsuz bir tavır oluşmasına rağmen kimse Almanya’yı hesaba katmaz. Oysa ki Alman entelijansının Türkiye’de en az diğer dış istihbarat servisleri kadar etkin olduğu bir gerçektir. Öyle ki şu Alman vakıfları dosyası açılsa neler ortaya çıkar kim bilir? Mesela Sivas Olayları’nı yeniden soruştursak, Hablemitoğlu cinayetini soruştursak acaba altından hangi dış istihbaratlar çıkar? Velhasıl dostlar Türkiye artık hiçbir ülkenin peyki olmak istemiyor. Yense de yenilse de sadece kendi yaptıklarının bedelini ödemek istiyor. ABD, Rusya ve Türkiye Genelkurmay Başkanları’nın Antalya’da bir araya gelmesi masada artık Türkiye’nin de önemli bir aktör olduğunu göstermiyor mu? İşte adamların canını sıkan da bu. Yıllarca verilen hibe, kredi, yardım ve tehditlerle dizginlenen Türkiye’nin artık boyun eğmemesi onları çıldırtan… Hükümeti dış politikayı iyi yönetememekle suçlamak bir yere kadar doğru görülebilir ancak siyasetin çatışma ve menfaatler üzerine kurulduğunu da unutmamak gerek. Düvel-i Muazzama denen savaş galiplerinin dünyayı istedikleri gibi yönetmesine artık bir dur demek gerekmiyor mu? Güçlü olmak haklı olmak ile aynı mı? Tabi ki değil… Zaten Türkiye bunu dile getirdiği için şuan dört bir taraftan kuşatılmak istenmekte. İşte böylesi bir kritik dönemde devlet ile hükümet arasındaki ayrımı iyi gözetmek gerekmekte. Hükümeti politikalarından dolayı eleştirebilirsiniz ancak söz konusu vatan toprağı ve devletin bekaası ise hepimiz ülkemize sahip çıkmalıyız. Unutmayalım ki vatan elden giderse ne sığınacak bir devletimiz ne de eleştirecek bir hükümet bulabiliriz.

ALMA MAZLUMUN AHINI ÇIKAR AHESTE AHESTE…

Değerli okurlar üç ayı aşkın bir süredir sizinle beraberiz. Yazılarımın çoğunu uluslararası ilişkiler ve dış politika temelinde ele almaya çalıştım. Ancak bu hafta çerçevenin biraz dışına çıkarak ülkemizde yıllardır süre gelen istihdam sorunu üzerine sizlerle dertleşmek istedim. Nepotizm nedir bilir misiniz? Kelime anlamı olarak Latince’de Nepot (İngilizce’de Nephew yani yeğen) sözcüğünden türeyen nepotizm en öz anlamıyla adam-akraba kayırmacılığıdır. İşte bu hafta ülkemizde geçmiş yönetimlerden beri süre gelen, mevcut iktidar döneminde ise özellikle FETÖ tarafından yapılan haksızlıklar nedeniyle yüz binlerce gencin mağdur edilmesine değinmek istedim. Yani iş artık akraba, dayı yeğen ilişkisinden çıkıp örgütlü bir hal almıştır. Tabi bu sorunu sadece şu an ki idareye mal etmek de yanlıştır. Geçmiş dönemlerde samimi dindar yurttaşların, İHL’li gençlerin nelere maruz bırakıldığını da unutmamak gerek… Zati zannımca sorunun temeli burada yatmaktadır. Ülke kuruluşundan bu yana devlet kadrolarına adalet ve liyakat nosyonlarıyla değil ‘‘bizim adamımız’’ ya da ‘‘şu efendinin yeğeni’’ referanslarıyla personel sokulmuştur. 2002 yılında yürürlüğe sokulan KPSS ve ÖYP ile mülakatsız (referanssız) bir düzen oturtulmak istense de bugün görüyoruz ki sınav soruları adamların elinde hamam tası gibi dolaşıyormuş. En acısı da bunları bilip karşı çıkan adil ve hakkaniyetli bürokrat ve akademisyenler FETÖ’cülerin baskısıyla devlet kurumlarından el etek çektirilmiş… 17-25 Aralık ve 15 Temmuz sonrası devletin içerisine çöreklenen bu kişiler şimdilerde temizlenmeye çalışılıyor. Ben bunların büyük kısmının hala devlet kadrolarında kendilerini gizlendiğini düşünsem de umarım zamanla her kim hak yemişse bedelini ödeyecektir. Varsın bu dünyada olmasın… Şimdi gelelim bu aciz kulunuza… Bende yıllarca çalışıp (ve halende çalışan) akademisyen olmak isteyen bir kardeşinizim. Ancak benimde başıma bu türden olay ve oyunlar birçok kere geldi. En sonunda zülfü yare dokundular, bende gerek BİMER gerekse Cumhurbaşkanlığı’na yazdım. Cevap gelir mi, netice verir mi bilinmez ama olsun. Maksat Hz. İbrahim’e su götüren karga misali safımız belli olsun. Yazmış olduğum şikâyet ve mağduriyet mektubunu sizlerle de paylaşmak istedim. Sonuçlanmış bir durum olmadığı için ‘‘her şeye’’ rağmen üniversite adlarını gizli tuttum. ‘‘Ben İnönü Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi doktora öğrencisi Mert Mahir GÖZ. Lisans eğitimini okul ikincisi olarak burslu bitiren, akademik personel sınavı ve yabancı dil sınavları için yıllarca çalışan ve sonucunda meyvesini toplayan bir öğrenciyim. Yapmış olduğum çalışmaların sonucunda akademik kariyer yapmak üzere pek çok üniversiteye öğretim ya da araştırma görevlisi olmak için başvurdum. 15 Temmuz hain darbe girişimi öncesi sıralamaya dahi giremezken bu tarih sonrası başvurduğum birçok kadroda ön elemeden başarıyla geçtim. İlk olarak İstanbul A. Üniversitesi'ne ikinci sıradan girmeme rağmen kadro kendi elemanlarına (sekizinci olsa da) açıldığı için işe alınmadım. Vakıf üniversitesidir istedikleri kişiyi alırlar düşüncesiyle çok önemsemedim. Ancak bu durumun çok daha traji-komik hallerini devlet üniversitelerinde yaşadım. Bölgemiz üniversitelerinin birinde açılan akademik personel kadrosuna başvurdum ve mülakata çağrıldım. Ancak ilk listede ifade edilen tarih değil de ileri bir tarihte sınav yapıldı ve bu durum sadece bizim bölümde oldu. Sonra ufak çaplı bir internet araştırmasıyla alınmak istenen zatın o tarihte düğünü olduğunu gördüm. Siz benim ve sınava Ankara'dan, İstanbul'dan gelen arkadaşların yerinde olsanız ne düşünürdünüz? Neyse Allah kerimdir ya sabır diyerek sineye çektim. Bu arada ALES ve YDS sınavlarına tekrar girerek ikisinde de daha yüksek puanlar almayı başardım. Bunun da vermiş olduğu öz güvenle İstanbul’da başka bir devlet üniversitesinin açmış olduğu araştırma görevlisi kadrosuna başvurdum. Ön değerlendirme sonuçları öğleden sonra açıklandı, sınava ise hemen ertesi gün saat 10:00'da çağırdılar. Ben Diyarbakır’da ikamet eden bir öğrenciyim. Şimdi size sormak istiyorum siz ya da evladınız, hava muhalefetinin çetin yaşandığı böylesi bir kış döneminde hava ya da kara yoluyla doğudan, İstanbul'a nasıl giderdiniz. İşin maddi boyutunu, son gün alınması gereken uçak bileti ücretini ise anlatmıyorum bile. Neyse vardır bunda da bir hikmet... Ya Hak ya nasip diyerek önümüze bakmaya devam ettik. Yine bir kadro açıldı. Bu sefer yine bölgemizde olan üniversitelerin birinde… Şartı ise siyaset bilimi ve kamu yönetimi ya da siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler anabilim dalında doktora yapıyor olmak. Ülkemizde yüzde 0,9 olan doktoralı yurttaş ortalamasının içinde bendeniz de bulunduğumdan buraya da başvurdum. İlk elemede listeye beşinci sıradan girdim ve sınava çağrıldım. Başvuranların ilk on kişisi benim gibi çağrılmış olmasına rağmen artık diğer öğrenci arkadaşlar nasıl bezmişse ben dâhil sadece dört kişi sınava geldi. İnönü Üniversitesi'nden bir arkadaşımın yanı sıra ODTÜ ve Hacettepe'de doktora yapan iki aday daha sınava katıldı. Sınav soruları çok zor olmasına rağmen elimden geldiğince cevaplamaya çalıştım. Okul ortalamamın da azımsanmayacak derecede yüksek olması sebebiyle ODTÜ ve Hacettepeli adayları dahi son değerlendirmede geride bırakarak birinci oldum. Ancak gelin görün ki yine de kadroya alınmadım. Çünkü sınavıma sadece 14 puan verilmişti ve adeta ayarlanırcasına kadroya alınmadım. Öyle ki hiç olmazsa 20 puan dahi verilse kadroya asil olarak girmem işten bile değildi. Buna rağmen suçu kendimde aradım, belki de sorulara yetkinlikle cevap veremedim diye düşünürken yine yapmış olduğum sosyal medya araştırmasında gördüm ki almak istedikleri kişi sıralamaya giremediği için siz misiniz işimizi bozan dercesine hiçbirimizi almamışlardı. Hakkımı aramak için kimi aradıysam telefonlar yüzüme kapatıldı. Tüm yetkililer yetkisizi oynadı. Mail yolladığım ‘‘akademisyenler’’, bölüm başkanları geri dönmek zahmetinde bile bulunmadılar. Şimdi size tekrar sormak istiyorum siz olsanız ne düşünürsünüz? Acaba işlerine çomak sokulduğu ve müesses nizamları bozulduğu için mi öğretim hayatı boyunca böylesi bir notun (14!!!) uzağından bile geçmeyen bir öğrenciye bu notu reva gördüler. Bu kadrolar isme özel açılarak, kadroyu hakkıyla kazananların hakkı daha ne kadar yenmeye devam edecek? Ve en acısı yapılan bu haksızlık ve adaletsizlikler daha ne zamana kadar hukuk çerçevesinde yapılacak? Bizim derslerde öğrendiğimiz adalet ve hukukun devletin temeli olduğuydu. Ancak yaşadıklarım gösteriyor ki herkes hukuk kurallarını istediği gibi yorumlayıp ‘‘kılıfına’’ uyduruyor. Bu yazdıklarımın doğruluğunu belgeleri ve şerefimle temin ederim.’’ MERT MAHİR GÖZ. ‘‘Sıradan bir vatandaş’’…

Kıyamet Mühendisliği: Armageddon ve Ortadoğu

Önceki yazılarımda Batı ve Yahudi aklının ne derece Makyavelist bir tutum izlediğini anlatmıştım. Öyle ki 100-200 yıl sonrasının planlarını yapan bu yapılar kendi düzenlerini oluşturmak için birçok kurum, kuruluş, nosyon ve hatta yasa dışı örgütler kurmuşlardır. Bu minvalde terör örgütlerinden dahi faydalanarak dünya nizamına istedikleri şekilde yön vermek isteyen bu derin yapılar söz konusu bu dünyevi araçların yanında ezoterik birçok bilgi ve kaynaktan faydalanmaktadır. Bu doğrultuda bu haftaki yazımda çağlardır tartışılan Armageddon Savaşı ve bu kapsamda özellikle Arap Baharı sonucunda Ortadoğu'da yaşanan gelişmeleri kaleme almak istedim. Bilindiği üzere Mehdi-Deccal inanışı yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’de net bir şekilde geçmemesine rağmen gerek Şii gerekse Sünni âleminde defalarca yorumlanmıştır. Ayrıca Tevrat ve Avesta gibi kitaplarda da temel düzeyde böyle bir inanış ifade edilmiştir. Nitekim böylesi bir inanış Hıristiyanlık ve Musevilikte de dile getirilerek Mesih'in yeniden zuhur edip Deccal ile mücadele edeceği dile getirilmiştir. Yani her inanış Mehdiyet anlayışına farklı anlam yükleyerek kendi inanışları zaviyesinde yorumlamıştır. Özellikle savaş dönemlerinde daha sık gündeme gelen bu inanış, Körfez ve Vietnam Savaşları'nda popülerlik kazanmıştır. Peki böylesi bir ruhani ezoterizme, seküler dünyada bu denli önem atfedilmesinin altında neler yatmaktadır? Ortaya çıkarılan Işid gibi örgütlerin ve yaşanmakta olan vekâlet savaşlarının amacı ne? Günümüzde yaşanan savaşlarla gerçekleştirilmek istenen 3. Dünya Savaşı sonucunda bizleri neler bekliyor? Peygamber Efendimizin Yemen'de olay patladığında Şam'a gidin hadisi ile bugün Suriye'de yaşananlar arasındaki bağlantıyı nasıl yorumlamamız gerek? Ve en önemlisi bunları sunan üst akıl neyi planlıyor? Bilindiği üzere 11 Eylül Hadisesi ile başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyada geri döndürülemez bir süreç başlatılmıştır. Nitekim Neo-Con destekli bir evanjelist olan ABD eski başkanı G. Bush, Irak ve Afganistan’a yapılan operasyonları yeni bir Haçlı Seferi olarak ifade etmiştir. Bugün herkes yapılan bu işgalin petrol ve İsrail'in bekaası için olduğunu biliyor. Ancak sizce tek neden bunlar mıydı? Saddam'ın kaybolan ordusunun siyahlara bürünerek İslam'ın sözde hamiliğini üstlenmesinin ve bugün yaşanan sürecin sonunda planlanan medeniyetler çatışması (dinler savaşı) hangi yapı ve düşüncenin ürünü? B. Obama gibi ABD tarihinde WASP (White-Anglo Sakson-Protestan) olmayan birini Başkan yaparak dünya kamuoyunda oluşan karşıtlığı gidermek isteyen ABD üst idaresi, Obama'nın ardından yönetime gelen D. Trump'a karşı neden bu denli düşman? Bunun sorunun cevabını eski başkan yardımcılarından Dick Cheney'nin şu ifadelerinden anlamak mümkün... Ne demişti Dick? Obama'yı son derece yetersiz görüyoruz. Bu yüzden Neo-Conlar yeniden iktidara gelecek. Yani H. Clinton... Ancak bu sefer planları tutmadı. Fakat yanlış anlaşılmasın!!! Trump'ın da melek olduğu iddiasında asla değilim. Ehven-i şer derler ya… Yani kötünün iyisi işte aynen o kanıdayım. Bu arada Trump demişken sahi hiç merak etmediniz mi? Daha ilk günden Trump ve Çin yönetimi arasında soğuk bir savaş başladı. Konudan sapmamak için şu kadarını diyeyim... Hani hep bahsettiğim o derin yapılar var ya küreselciler, işte onların yeni durağı artık Asya'nın yükselen değeri Çin. Öyle ki hem ABD hem de Vatikan'a karşı Çin'i, Doğu Roma olarak öne sürme çabasındalar. Yani diyeceğim şu ki yaşanan bu süreçleri sadece enerji güvenliğinin sağlanması ya da Ortadoğu’da kendilerine yeni müttefikler oluşturma çabası olarak görmek yetersiz bu çözümleme olacaktır. Birçok defa dile getirdiğim gibi bu yapılar gerektiğinde kutsallarımızla dahi oynayarak kendi müesses nizamlarını yerleştirme amacındadırlar. Ve bunları yaparken birçok hadis ve rivayetleri kaynak almaktadırlar. Bir düşünün... Sizce İsrail, Arabistan'ın tarım politikasıyla neden bu denli ilgili? Kendi vatandaşlarına domates, biber ithal etmek için mi? Tabi ki bunun da etkisi vardır ancak Peygamber Efendimizin Arabistan yemyeşil olmadan kıyamet kopmayacak hadisinin de önemini bilmek gerek... Arabistan'ın son dönemlerde Türkiye ile yakınlaşmasını dahi bu kapsamda ele almak mümkün. Çünkü Arabistan’ı Sünni ve Şii olarak bölmenin, Mekke'nin ise Vatikan gibi ayrı bir devlet olarak ayrıştırılmasının planları yapılıyor. Bu noktada Türkiye'nin öneminden bahsetmek gerek. Türkiye gerek jeo-politik gerekse jeo-kültürel bakiyesiyle özelde bölge, genel anlamda ise dünya zaviyesinden son derece önemli bir aktör konumunda olmuştur. Öyle ki yıllardır üzerinde oynan oyunlar ve yürütülen politikalar ile Müslüman âleminden kopma sürecine sokulan Türkiye, ne zaman bu raydan çıksa balans ayarına tabi tutulmuştur. Said Nursi Hazretleri’nin demiş ya İslam’ın yükselişi Arap’ın uyanmasına, Arap’ın uyanışı ise Türk’ü tanımasına bağlıdır diye işte buradan hareketle Müslüman alemi arasında birlik ve dirliğin oluşmaması için her şeyi yapan bu yapılar Anadolu ve Ortadoğu'nun balkanizasyonunu sağlamak istemektedirler. Batıni açıdan Anadolu ve Türkiye'yi bu denli önemli yapan durumlardan biri de onların Armageddon, Müslüman aleminin ise Melhame-i Kübra dediği kıyamet savaşının Amik Ovası bölgesinde gerçekleşeceği düşüncesidir. Öyle ki bu topraklar üzerinde seksen tümen Deccal ordusu ile 80 tümen Mehdi ordusunun çarpışacağı ifade edilmektedir. Bu savaşın, inanışlara göre Ehrimen ile Ahura Mazda ya da Mehdi ile Deccal arasında olacağı dile getirilse de sonuç itibariyle temelde din ile dinsizliğin savaşı olacağı açıktır. Velhasıl diyeceğim; yeni bir dünya düzeni kurmak isteyenler bir yandan siyasi, ekonomik ve askeri kaynakları kullanırken diğer yandan kutsal kitaplarda geçen ifadeleri kendi düşünce ve çıkar olgularına göre evirmeye çalışmaktadırlar. Öyle ki ABD eski Genelkurmay Başkanlarından Limod, yeni dünya düzeninin tesis edilmesi için Irak, İran, Ürdün, Lübnan, Suudi Arabistan, Libya ve Suriye gibi ülkelerin yıkılacağını ifade etmiştir. Görüldüğü üzere amaç ve planlar artık açık bir şekilde sözlere dökülmektedir. Bir başka örnek daha verilecek olursa; çoğumuzun defalarca izlediği ‘‘Yüzüklerin Efendisi’’ filmindeki Hobitler ile topraklarını geri kazanarak dünya hükümranlığını ele geçirmek isteyen Siyonist düşünce arasındaki bağlantı dikkate değerdir. Özetle; hani hep diyoruz ya Yahudi lobisi ABD üzerinden konumunu sağlamlaştırmaya çalışıyor diye aslında bu durumun da ötesinde Yahudiler artık kendilerine vaat edildiğine inandıkları toprakları (Arz-ı Mevud) ele geçirmenin hesaplarını yapmaktadırlar. Öyle ki İsrail Başbakanı B. Netenyahu bu plan için tüm dünyadaki çocuklarına ülkenize dönün çağrısı yapmaktadır. Sonuç olarak diyeceğim yaşadığımız bu süreçlerin hiçbiri tesadüf ya da günün gerekliliklerinden dolayı oluşmamıştır. Hepsi asırlar boyunca ince ince hesaplanarak uygulamaya konan planlardır. Öyle ki Aziz Malaki ve Nostradamus'un kehanetlerini doğrularcasına gerçekleştirilen Papa Benedictus'un istifasından tutun da Işid'in ortaya çıkarılmasına kadar hepsi çok tehlikeli bir aklın ürünleridir. Ve bu akıl, fitneyi öylesine ileri götürmektedir ki tabiri caizse Allah'ı kıyamete zorlamaktadır. Yaşanan insanlık dramları, Kabe’nin Işid tarafından yıkılacağı iddiaları hepsi aynı aklın sinsi plan ve tuzakları... Ancak ne mutlu ki hepsinin unuttuğu bir gerçek var... O inkâr edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek (çıkarmak) için tuzak kuruyorlardı. Ve onlar, bu tuzağı kuruyorlarken; Allah da tuzak kuruyordu. Ve Allah, tuzak kuranların (karşılık verenlerin) en hayırlısıdır (Enfal/30).

HAKSIZ MIYIM?

Bildiğiniz üzere Reina saldırısı akabinde birçok görüş ve komplo teorileri ifade edildi. Teyit edilmiş, edilmemiş bilgiler başta sosyal medyada olmak üzere dilden dile dolaştı. Terör örgütü militanının Uygur Türk’ü ya da Afgan olduğundan tutun da tek ya da birkaç kişi olduğuna dair pek çok söylenti yayıldı. Öncelikle şu Uygur Türkü’nü unutun. O sadece “günah keçisi”. Zati onun görevi dikkatleri üzerine çekmek ve istihbarat örgütlerini peşinden koşturup, asıl saldırganın kaçmasını sağlamaktı. Bir noktada da başarılı oldukları söylenebilir. Ancak emniyet birimleri özverili bir çalışmanın akabinde faili canlı ele geçirdiler ve böylece olayın biraz daha derinine inilebilinmesinin yolu açıldı. Bu gerçekten sevindirici bir durum… Ancak bu noktada dikkat edilmesi gereken bir nüans; teröristin diğer pek çok DEAŞ teröristinin aksine bir intihar eyleminde bulunmayışı ve hatta polislere ‘‘Beni öldürmeyin’’ diye seslenmesi… Yani neresinden tutarsanız tipik bir terör eylemi ve teröristten farklı bir seyir yaşanmakta. Terörist Abdulkadir Masharipov her ne kadar asıl hedefinin Taksim olduğunu ancak alınan güvenlik tedbirleri nedeniyle yönünü Ortaköy’e (Reina) çevirdiğini ifade etse de ben bu itirafı samimi bulmadım. Çünkü bana kalırsa bu eylem çok daha derin yapılar tarafından aylarca önceden planlanmış ve hem iç hem de dış destekli bir eylemdi. Nitekim medyada da uzun bir süre teröristin bu eylemi tek başına yapamayacağı ve bazı kişiler ve yapılarca desteklendiği işlendi. Bu noktada benim de olayın ilk günlerinden itibaren kafamı kurcalayan bir isim var. William Jake Raak… Nam-ı diğer Jacop… Tanıdık geldi mi? Ben söyleyeyim. Hani Reina saldırısı sonrasında ‘‘hafif’’ yaralanan, ülkesine dönerken Türkiye’yi çok sevdiğini ve tekrar geleceğini söyleyen ABD’li vardı ya işte ondan bahsediyorum. Size de biraz kurmaca gelmedi mi? Ya da şöyle sorayım? Bu ABD’liden başka Arabistan, Irak ya da Ürdün’e dönen bir yabancıyı gördünüz mü ekranlarda? Peki kim bu adam? Küçük bir kasabada küçük bir işletme sahibi olarak görünen W. J. Raak, aslında Pennsylvania’da askeri malzeme üreten bir firmanın yönetim kurulu başkanı ve eski bir deniz piyadesi. Hatta bazı yabancı kaynaklara göre ise Raak’ın başında olduğu bu savunma şirketi insansız hava araçlarına donanım ve parça üretmekteymiş. Hatırlayın ne diyordu? ‘‘Bilmiyorum elinde AK-47 olan tek kişi vardı. Ateş edip saklanıyorlardı.’’ Şimdi burada tek kişi dedikten sonra saklanıyorlardı demesine mi şaşalım yoksa o cendere anında AK-47 model silahı tanıyabilmesine mi? ‘‘Sende abarttın yahu!’’ dediğinizi duyar gibiyim. O zaman bir de buradan yakın!!! Jacop’un ABD dönüşünde kare kare poz verdiği şapkasının üzerinde yazan ‘‘National Ground Intelligence Center’’ ABD kara kuvvetlerinin istihbarat toplayan merkezinin adı olmasın? Sahi bir de Amerikan konsolosluğunun ‘‘uyarısını’’ hatırlar gibiyim. Ne diyorlardı? Turistlerin gittiği restoranlarda terör tehlikesi… Eski Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, Reina saldırısıyla ilişkin bir gazeteye konuştu ve “saldırganın içerden yardım aldığı kesin” dedi. Nitekim son iddialarda tek bir saldırgan olmadığı söyleniyor. İçerideki görgü tanıklarının söylediklerine göre; saldırgana destek verenler var. Zaten failin bunca zamandır yakalanmamasından sonra, gerek olay anı gerekse sonrasında bazı yapılardan destek gördüğü kesin. Öyle ki ben ilk günden beri teröristin ‘‘safe house’’ denen evlerin birinde himaye edildiğini düşünenlerdendim. Yalnız şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Bu her ne kadar DAEŞ saldırısı gibi görünse de klasik anlamda bir DAEŞ saldırısı değil. Evet… DAEŞ militanınca yapılmış olabilir ve hatta özel bir gün ve özel bir mekân seçilerek bazı mesajlar da verilmiş olabilir. Ancak bunların ötesinde Reina saldırısı, aynı zamanda bir suikast eylemi olabilir. Çünkü terör eylemlerinde spesifik bir neden yoksa saldırı sonrasında yaralananlar kafalarına sıkılarak infaz edilmez. Ancak Reina saldırısında kurtulan Suudlu Hasan Kaşıkçı “İçeride saldırıyı 1’i kadın 3 kişi yaptı ve saldırganlardan biri yaralıların kafasına sıktı’’ dedi. Bunun yanı sıra öldürülenlere şöyle bir göz atıldığında; içlerinde Ürdün’ün en zengin işadamlarından Muhammed el-Sarraf gibi isimlerin olması şüphelerimi arttıran unsurlardan biri. Ayrıca yaklaşık bin kişinin olduğu mekânda ne hikmetse ölenlerin büyük bir kısmı Arap zenginleri… Verilen dini motifli mesajların yanında acaba Arap işadamlarınca Türkiye’ye yatırım yapılmasın diye Araplar özellikle hedef seçilmiş olabilirler mi? Ya da Suriye sorununda Araplara kapılarını açan Türkiye’yi eski bakiyesi ile bütünleştirmemenin hamlesi? Velhasıl diyeceğim şeytanın avukatlığını yapmakta sizce haksız mıyım?...